Vira, Yaşar Kemal'i hiç unutmayacak!
Yaşar Kemal dünyaya bir sonbahar günü 8 Ekim 1923'te geldi ve bu coğrafyaya unutulmaz bir iz bırakarak bir kış günü, 28 Şubat 2015'te aramızdan ayrıldı.Türk edebiyatının en parlak yıldızlarından, Vira dostu, yazarı ve okuru Yaşar Kemal’i ölümünün ikinci yılında saygıyla anıyoruz.
Bu ülkede hayatında hiç Yaşar Kemal okumamış insanların bile kendilerine göre bir Yaşar Kemal’i vardı. Hiç değilse kütüphanelerinin derinliklerine sıkışmış bir “İnce Memed” romanı… “Yılanı Öldürseler” filminde kalplerine hançer gibi
saplanan bir Türkan Şoray bakışı, kulaklarına aşina gelen bir Çukurova masalı, “börtü böcek”, “beyaza kesmek” gibi nereden duyduklarını bilmeden kullandıkları bir Yaşar Kemal tasviri, en çetrefil davalarda ön saflarda görmeye alıştıkları dev bir gölge… Hiç okumayanların bile kafasındaki bulutun içinde siyah, kalın kemik çerçevelerden bir gözü kısık tebessüm eden dağ gibi heybetli, gök gürültüsü gibi gürleyen bir Yaşar Kemal vardı. O yüzden Türkiye yetmişbeş milyon insanıyla tastamam Yaşar Kemal kadardı, Yaşar Kemal ise Türkiye’den büyük.
Çocukken köyün kayalık dağına çıkıp dağ üstüne, çiçekler üstüne türküler söyleyen Yaşar Kemal bu ülkeyi dağıyla, deniziyle, karıncasından martısına kadar baştan başa, modern edebiyatı su gibi içmiş bir destancı nasıl yazarsa öyle yazdı. Çukurova’yı nasıl anlattıysa Florya’dan baktığı Marmara’yı da yer yer coşkuyla, yer yer hep içine atan bir çocuk gibi tarifsiz bir hüzünle anlattı. Hem de öyle bir anlattı ki, bulutlar içinde kalmış başka bir şahsiyet; “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin”, yani Abidin Dino, kendisinden Kemal’in “Deniz Küstü” romanını resimlemesi istendiğinde şöyle dedi: “Öylesine imge dolup taşıyordu ki her satırda, öylesine renkli ve üç boyutluydu ki roman, çizgilerim gevezelik olacaktı.” Yine de çizdi Abidin Dino. İstanbul’u ve İstanbul’un çürüyen denizini anlatan “Deniz Küstü” Dino’nun desenleriyle birlikte 1978’de Milliyet gazetesinde tefrika edildi. Roman, denizin bize neden küstüğünü, okuduktan sonra kulağınızdan bir daha gitmeyecek yunus çığlıklarıyla haber verdi: “Kıyılardan dumanla birlikte balık yağı kokusu geliyordu. Bir tüfek patlamasıyla irkilen Selim balıkçı, kendiliğinden motorunu çalıştırdı. Tüfeğin patlamasıyla birlikte boğazlanmakta olan bir çocuğun çığlığı duyuldu. Bir tüfek, bir kurşun sesi daha ...
Bir çocuk daha boğazlanıyordu. Üçüncü tüfek sesinde Selim, teknenin yönünü sese döndürdü. Tüfekler patlıyor, boğazlanan çocukların sesleri geliyordu. Selim bir tekne ormanının içine düştü. Yüzlerce tüfek hep birden patlıyordu. Deniz kan içindeydi. Kurşunu yiyen yunus balığı boğazlanan bir çocuk gibi bağırarak birden birkaç metre göğe fırlayıp geri düşüyor, denizde bir süre yitip gidiyor, sonra sütbeyaz karnı yukarda suyun üstünde sallanarak kanıyordu (…) Ve balıkçılar kancalarla, halatlarla, küçük kayıklarla bu suyun yüzüne serilmiş balıkları topluyorlardı her birisi iki, üç, dört metre boyunda. (…..) ‘Hayvan olmak, bu çağda insan olmaktan daha mutluluktur’ dedi Selim balıkçı. Ve bağırmaya başladı: ‘Deniz size küsecek, deniz bize küsecek, bu yaptığımız kötülükten sonra deniz bize bir çaça bile vermeyecek... Deniz bize küsecek...”
Turhan Selçuk’un çizgileriyle 1978’de “Allah’ın Askerleri“ni yayımlayan Yaşar Kemal, Cumhuriyet gazetesi için 1975’te sokak çocuklarıyla yaptığı röportajları derlemişti. Bu kez çocuklar öne geçmiş, Kemal de arkada kalan denize şöyle bir bakıp geçmişti: “Gecenin saat üçüydü, Floryada, denizin karşısındaki düzlükte yürüyordum, azgın bir lodos esiyordu denizden, tuzlu, sert, iyot kokan. Selviler topluluğuna döndüm, karartı gittikçe koyulaşıyordu. Ambarlı yöresinde tek tük ışıklar ipliyordu. Uçaklar iniyordu Yeşilköye. Uzaktan, denizin üstünden, ışıklarını yakıyorlar, alana bir ışık seliyle iniyorlardı, boğuk, uzak, koygun uğultularla. Geceyi, lodosu uzun ışıklar deliyordu, uzak bir uğultuyla göğün ötesinden gelen. Denizden pat patlarıyla motorlar, tüm ışıklarını yakmış kocaman, donatılmış yolcu gemileri geçiyordu. Deniz bazı bazı, kimi yerleri ışıklanan düz, serilmiş, sonsuz bir tuhaf karanlıktı, deniz değil de başka biçim bir karanlıktı.”
Yıllar sonra “Çocuklar İnsandır“ adıyla YKY tarafından yayımlanan “Allah’ın Askerleri”nde denize kısacık ama güçlü sözcüklerle laf atan Yaşar Kemal, denize bulaşmış, balıkçıların, yunusların derdine ortak olmuştu bir kere. 1976’da “Al Gözüm Seyreyle Salih” adlı romanında bir martıyı iyileştirmek için elinden gelen ne varsa yapan küçük bir çocuğu, Salih’i yazdı. Salih “… kalktı, kıyı boyunca, suların ucuna basa basa Kumtepe’ye doğru yürüdü. Kumlar dalga dalga, damar damar, çok budaklı bir tahta gibi işlenmiştiler. Midye kabukları kumlara saplanmış diş diş, ürpermiş tüyler gibi kumlardan çıkmışlardı. Şişeler, çam kabukları, tahtalar, naylon toplar, su kapları, bakraçlar, sürahiler... Kıyı zifte bulanmıştı. Dış ada da zifte bulanmıştı yarısına kadar, deniz zift kokuyordu. Salih bir küçük karabatak ölüsü gördü. Gövdesi kumlukta, başı denizin içindeydi. Salih bu ölü, hüzünlü karabatağa daldı kaldı.”
Yaşar Kemal denizi en çok, değil yunusları öldürmeye, onlara bakmaya kıyamayan balıkçı dostlarından öğrendi. “Bu Diyar Baştanbaşa” başlığı altında topladığı dört kitaptan biri olan ve 1985’te yayımlanan “Denizler Kurudu”, Küçükçekmece’yi Marmara Denizi’ne bağlayan derenin ağzına kurulmuş Menekşe’de yaşayan balıkçılarla yaptığı röportajlardan oluşuyordu. Bu balıkçılardan Tatar Ali onun için özeldi: “Tatar Ali can dostumdur. İçtiğimiz su ayrı gitmez. Öylesine dostumdur. Bunu, en iyi dostumun Tatar Ali olduğunu Menekşe’de herkes bilir. Buraya geldiğim günden bu yana en çok kanım Tatar Ali’ye kaynadı. İçersem, onun olmadığı masada içmek hoşuma gitmez. Akıllı, çalışkan adamdır. Cin gibi zekidir. Denizin altını üstünü bilir.… ‘Yaşar’ diyor, ‘işte sen tanıksın, biz eskiden denize çıkınca böyle mi, bu kadar mı balık alırdık?(….) Denizlerden gelirdik. Kayıklarımız balık dolu. Hem de barbunya.
Hem de Çingene palamudu. Hem de mercanlar. Mercanlar çabuk solar. Ağırlığı olmasın diye çoğu kez mercanları tutmazdık. Renkleri solar diye. Uskumrular kayıklara tepelerce yığılırdı. İşte şuraya, nah şuraya çekerdik kayıkları. Balıkların çoğunu İstanbul’a gönderirdik (….) Denizi öldürdüler denizi. Kendileri kurusun kendileri. Hem de kurudular. Hem de daha kuruyacaklar. En büyük zulüm. Denizi kurutaraktan… Fakir fukaranın rızkını kesmektir (… ) İstanbul
hiçbir zaman aç kalmadı. İstanbul hiçbir zaman aç kalmazdı. Balık vardı, balık. Balık var, arkadaş, balık. Bir memlekette balık bolsa, o memleketin insanı hiçbir zaman açlık bilemez. Her vakit karnı doyar arkadaş. Bir memleketin altın damarları olmasın, yeter ki balığı olsun. O memleket her zaman mutludur, sağlıklıdır ki… Bir memleketi yıkacak mısın, önce balıklarını öldür arkadaş. Balıksız memleket, zelzeleye uğramış memlekettir.”
Ah… Deniz… Ah… Memleket
Deniz, Yaşar Kemal yazınında “Bu roman benim çocukluğumdan bu yana gelen maceramdır. İnsanın toprağından ayrılmasının nemenem bir bela olduğunu hep canevimde duydum, onun ağıtları, destanlarıyla büyüdüm” dediği “Bir Ada Hikayesi”nde çıktı tekrar karşımıza. Hem de dört kitap olarak. “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” ile başlayıp “Karınca’nın Su İçtiği” ve “Tanyeri Horozları” ile devam etti Yaşar Kemal. Sonra da on yıl durup okurlarını meraktan çatlattı. Serinin son kitabı “Çıplak Deniz Çıplak Ada”yı ise 2012 yazarak Poyraz Musa’nın, Vasili’nin, Kadri Kaptan’ın hikayesini noktaladı. Hem de tanışamadığınız için talihe ve tarihe veryansın ettirecek kadar harika, Rum balıkçı Panosaki gibi yan karakterleriyle birlikte: “Ona herkes çocuk olsun, büyük olsun, kız, kadın, delikanlı, yaşlı olsun Panos demez de Panosaki derdi. Panosaki, duru mavi büyük gözlüydü. Dünyada her şeye, dünyadaki her şeye, kurda kuşa, karıncaya, ota çiçeğe, dikene, hırlıya hırsıza, uğursuza kocaman mavi gözleri hayretle, sevgiyle dolmuş, işte böyle bakardı. Onun, ince uzun boynunu, kırmızı posbıyıklarını, düzgün kartal burnunu görenlerin içi sevgiyle dolardı. Beline kırmızı kuşak bağlar, saatını bol gümüş zincirli kösteğinide kuşağının üstünden bir baştan bir başa atardı. Siyah Karadeniz işi şalvar giyer, başına Karadenizli başlığı takar, ayaklarına kısa konçlu çizmeler çekerdi (…) Herkese candan sarılır “kardaşimu,” der kucaklardı. Beş gündür de kasabalılar, kıyı köylükleri Panosaki
gitmesin, Karınca Adası onun olsun, o da orada usta balıkçılar yetiştirsin, diye bir imza kampanyasına girişmişler, kime ulaştılarsa, herkes, hiç kimse karşı çıkmadan imzasını atmıştı. Bütün yörelerde hiç kimse kalmaz gönderilirdi de, bir tek Panosaki gidemezdi. O bu denizlerin, bu kıyıların, bu adalarındı. Buralar Panosakisiz olamazdı. Panosaki ölürse, Panosaki Yunanistan’a gönderilirse buralar boş kalır, ıssızlaşırdı. Deniz denizlikten, Ada adalıktan, balık
balıklıktan çıkardı. Balık güneşte böyle pırıl pırıl yanmaz, sudan çıkınca binlerce ışıkla menevişleyerek çakmazdı. İnsanların yaşamları değişir, tatları kaçardı.”
Kemal, “Bir Ada Hikayesi” serisinde, denizle birlikte adalarını, yuvalarını terk etmek zorunda kalan, giderken her bir yaprağı, güneş ışığını sevgiyle okşayıp da giden insanları yazdı, sonra da o adada bir düşülke kurdu. Bir röportajında bu dörtleme için “Benim için mübadele sadece bu romanlarda anlattığım mübadele demek değil. Benim ailem de mübadele yaşamış. Ruslar Van’a geldiği zaman bizimkiler sürgün olmuşlar. Bütün Anadolu’da gezmişler, Çukurova’da bu köye yerleşmişler. Bu mübadele hikayesini bu hırsla yazdım,” demişti.
Nasıl yazmasın… “Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor / Alain Bosquet ile görüşmeler“ adlı kitapta da babasının bir anısını şöyle anlatmıştı 1992’de: “Kadirlide Karamüftüoğlu Arif Bey iskan komisyonu başkanı. Babam, Hurşit Bey’in mektubunu ona veriyor. Arif bey mektubu okuyunca babamı çok iyi karşılıyor (….).
-”Bak Kürdün oğlu sana bir konak veriyorum ki kasabanın en güzel konağı. Sana tarlalar veriyorum ki, ovanın en bereketli toprakları. Sen kardeşimiz, büyük hürmet ettiğimiz Hurşit Bey’den geldin çünkü. Ben ona senin gibi bir adam göndersem, o da benim gönderdiğim adamı baş tacı eder. Ben de sana Semavi’lerin konağını, tarlalarını veriyorum.”
-”İstemem”
Arif bey bir deri bir kemik adam, sinirli mi sinirli:
-”Öyleyse niçin geldin buraya bu mektubu niçin getirdin?”
-”Beni bir yere yerleştir diye”
-”Yerleştiriyorum ya işte. Hem de en iyi eve”.
-”Ben ev istemem”.
-”Niçin?”
-”Anam dedi ki”
Arif Bey küplere biniyor.
-”Anan sana ne dedi?”
-”Anam dedi ki, yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa
hayır getirmez”.
-”Onlar kuş değil Ermeni”
Babam; “kuş”
Arif Bey; “Ermeni”
Kuş, Ermeni, Ermeni, kuş bu tartışma bir süre sürmüş gitmiş. En sonunda Arif Bey çileden çıkmış. Hurşit Bey’in mektubunu yırtmış, öfkeyle de çiğnemiş (….) Hemen oradan iki candarma çağırmış, babamı göstermiş: “Bunları alın doğru kayalık Hemite koyüne götürün” demiş. Yaşar Kemal “Epopenin kırıntıları bile olsa hala yaşadığı bir
dünyada büyümeye” böyle gönderildi. Sonra hepten gitti, kendisi epope oldu. Denizler, yunuslar, martılar, sokak çocukları, sürgün kuşlar ve denizciler seni hiç unutmayacak; Vira Yaşar Kemal!
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.