Şu Kara&Deniz’in dili olsa da konuşsa!
Öncelikle sevgili Vira okurlarından özür diliyorum, bu konuyu buraya taşıdığım için. Bildiğiniz gibi birkaç gündür Kara&Deniz gazetesi ile ilgili yazılar yazılıp çiziliyor. Uzunca bir zaman, televizyondaki bir yarışmada da dile pelesenk olan Mevlana’nın ‘lafa baktım laf değil, söyleyene baktım adam değil’ deyişinden yola çıkarak yazmayacaktım ama birkaç konuya dikkat çekmek için yazmak zorunda kaldım. Ayrıca yazı yazmaya gerek duymamamın bir sebebi de, Recep Canpolat’ın yazdıklarının tümüne katıldığım içindir, bu yüzden ben de bir şey yazayım gereğini duymadım. Ama ne yazık ki, bu konuda söylemem gereken şeyler olduğunu gördüm.
Bundan bir süre önce haftalık bir lojistik gazetesi çıkarma kararı aldık. Aldık almasına da, birlikte iş yapma kültürü çok başka bir iş. Benim en çok kafama takılan, birlikte iş yapma kültürüne alışık olmadığımız konusu oldu. Bana teklif gelince Recep Canpolat’la bu kaygılarımı paylaşmıştım. Ne yazık ki bu işin böyle olacağını biliyordum, ama açıkçası bu kadar çirkinleşeceğini tahmin edemiyordum.
Gelelim Selçuk kardeşime,
Selçuk kardeşimle oldum olası şalterler inik olduğu için birbirimizden hiç enerji alamadık. Yani birbirimizi pek sevmezdik. Zaten ilk yayın toplantısında ilk salvosunu bana yaptı, ama ben çok fazla üstüne düşmeyince ve Recep Canpolat araya girip, “Ayıp ediyorsun Selçuk” deyip, Selçuk Onur da benden özür dileyince konu kapanmış oldu.
Benim ilk başta muhalif olduğum konulardan biri de gazetenin ismiydi. Bunu Recep Canpolat’la da paylaştım. Ama yine de logosunu da çizdim, başladığımız gibi devam etmek için de elimden geleni yaptım. Zaman zaman tartışmalar yaşanırdı, ama bunu kendi içimizde çözmeyi başarırdık; tabii benim alttan almam, Recep Canpolat’ın da araya girmesi sebebiyle. Ne olursa olsun ortaklık kültürünü devam ettirmekti amacımız. Ancak son yaşanan tartışma işin rengini değiştirdi. Bir gün Recep Canpolat beni aradı ve gazeteye gelmemi söyledi. Gazeteye gittiğimde durumun vahametini orada öğrendim. Geri kalanını yazmaya gerek yok, çünkü Recep Canpolat olanları zaten anlattı. Selçuk Onur’un yanına indik hesap kitabımızı görelim dedik; Selçuk arkadaşım ise; hayır bana 100 bin lira verin, gazeteyi çıkarın deyip çekip gitti. Bu konuya ve bazı özel durumlara şimdilik burada değinmeyeceğim.
Ardından kendisiyle konuşmaya devam ettik. Karşılıklı gazetenin durumunu konuştuk. İsterse gazeteyi kendisine devredebileceğimizi de söyledik. Ama Selçuk arkadaş hiçbir öneriyi kabul etmedi. Daha sonra Recep Canpolat bana “Selçuk isim hakkını şirkete devredecek, biz de Selçuk’un parasını vereceğiz” dedi. Ben de bunun üstüne “Gazetenin zararı ne olacak?” diye sorduğumda Recep kardeşim “biz karşılarız” dedi ve ben de bunun üzerine peki dedim. Fakat buna rağmen Selçuk arkadaşımız, bu konuşmadan 2 gün sonra noterden hem ihtar çekti, hem de sitesinde gürleyip durdu. En sonunda da fırtınayı koparttı. Bu fırtına sürecinde de ne yazık ki bazı şeyler söylemiş; bunlara kendi üslubumca cevap vermek ihtiyacı hissettim.
Selçuk kardeşim diyor ki; ‘Harcanan paralar da bakkal hesabı tadında kağıt üzerinde tutuluyordu’ Peki o zaman adama sormazlar mı sen neden hesap kitap görmekten kaçtın. Sen evrak istedin de sana evrak mı verilmedi? Sen o kavga ettiğin güne kadar hiç bir hesaba itiraz etmedin de birden ayrılınca mı itiraza gerek duydun. Selçuk kardeşim; ‘Recep Canpolat ve Hakkı Şen’in bu tip karışık mevzuları çözmedeki maharetleri’ diyor. Gazetecinin görevi karışık işler çözmektir. Karışık işler de zeka olmadan çözülmez. Haa bunu mecazi anlamda söylüyorsan, biz senin eline su bile dökemeyiz.
Gelelim ücret meselesine,
Evet, önce biz önerdik, Selçuk bey kabul etmedi. Ama daha sonra kendisi maaş istedi, biz de kabul ettik. Bir de Selçuk kardeşim, her seferinde “Ben en doğruyu söylerim, en iyi gazeteci benim” diyorsun bununla ilgili bir kuşkun yoksa bunu sürekli gündeme getirmen doğru mu sence? Seni de bilen biliyor, bizi de.
Tabi Selçuk kardeşime hak vermiyorum değil. Hayatında ilk defa ticaret yapıyor. Karın ve zararı ne olduğundan haberi yok. Keşke konuyu muhasebecisine sorsaydı. Ben dilim döndüğünce sana biraz kar ve zararın ne olduğunu anlatayım. Diyelim ki senin cebinde on liran var. Bakkala gittin on yumurta aldın bunları da satacaksın. Fakat yolda yürürken dört tanesini kırdın. Yani kırdığın bu yumurtalar senin zararın, gidip bakkaldan kırılmış yumurtaların paralarını isteyemezsin. Yani o zaman bilmediğin işi yapmayacaksın.
Selçuk kardeşim, sürekli aynı şeyleri söylüyorsun. Biz bu işe girerken eşit şartlarda girdik. Kara da zarara da ortak olmak üzere. “Gazete çıkarmak zor iştir. İlk 6 ayı unutun” dediğimizde sen de buna onay verdin. Senin harcadığın paralar ailenin rızkı da, bizim ailemiz yok mu? Senin yayınlarının durumu kötüleşti de, bizim yayınlarımız yok mu? Biz boş mu oturuyoruz? Bütün işi sen yapmışsın gibi bir emek lafı ediyorsun, Recep Canpolat’ın çalıştırdığı arkadaşlardan gelen haberlerle, Ayşe Olcay’dan gelen özel ve diğer haberleri neden hesaba katmıyorsun? Herkesin emeğini neden hiçe sayıyorsun. Gazete üstünden dergine aldığın reklamlara ne demeli? Senin zamanında çıkan gazeteleri al bir incele istersen…
Son sözüm şu: Ortaklık bir kültür meselesidir. Kolay bir iş de değildir. Biz yolumuza devam edeceğiz. Çünkü prensip olarak başlanan iş yarım kalmaz. Hele ki yayıncılık da, küstüm oynamıyorum olmaz. Gazetecilik ve yayıncılık ciddi bir iştir, bu tür tavırları kaldırmaz. Bir atasözü ile bitirmek istiyorum: Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.