Bu ay Vira sayfalarına önemli gazetecilerimizden birini, Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Cengiz Semercioğlu’nu konuk ettik. Biraz hareketli olmasından dolayı kâh ayakta, kâh oturarak yaptığımız bu keyifli söyleşide kendisiyle ilgili pek çok şey öğrendik. Cengiz Semercioğlu tam bir deniz tutkunu. Bröveli dalgıç, deniz mahsulleri hastası ve Türkiye’de Denizcilik Bakanlığı’nın ne denli önemli olduğunu vurgulayan usta bir gazeteci. Semercioğlu, denizden uzak kalan toplumla denizi buluşturmanın formülünü de kendince şöyle özetliyor: “Mutlaka sularımızla ilgili bir bakanlık kurulmalı ve ileriye dönük, bir yandan da topluma yönelik projeler yapılmalı”. İşte Semercioğlu ile yaptığımız keyifli söyleşi…
Sanat tarihi ve arkeoloji okudunuz fakat gazeteciliği seçtiniz. O bölümde bulamadığınız ne vardı da siz “Gazetecilik” dediniz?
Açıkçası sınav sonucum oraya girebileceğimi gösteriyordu. Bu nedenle de sanat tarihi ve arkeoloji okudum, ama üniversitenin ilk yılından itibaren gazetecilik yapmaya başladım. Yazı yazmaktan, haber yapmaktan daha çok keyif alıyordum, bu nedenle gazeteciliğe ağırlık verdim. 1988 yılıydı Sokak Dergisi’nde yazmaya başladım, 1992’de Hürriyet’e geldim. 1997’de ayrılıp, 2002 yılında tekrar Hürriyet’e geldim ve bugün buradaki meslek maceram hala devam ediyor.
Medya kavramının tam ortasında duruyorsunuz. Televizyonda, radyoda, gazetede, internette, her yerde varsınız. Bunlardan sadece birini seçmeniz gerekse, sizin için hangisi ağır basar?
Gazetede yazıyorum, televizyonda program yapıyorum (Eylül sonunda başlayacağız yine), internetle haşır neşirim, radyoda da program yapıyorum... Bunlardan bırakmam gerekenler olsa, bilmiyorum ki. Eskiden Powetürk’te radyo programı yapıyordum 93-94 yılları filandı sonra uzun bir ara verdim ta ki, geçtiğimiz aylara kadar. Şimdi NTV Radyo’da program yapıyorum. Uzun zaman sonra bu işe tekrar dönünce keyfini anladım. “Aaaa ne güzelmiş” dedim, müzikler çalıyorsun, konuklar alıyorsun. Radyonun keyfi televizyon gibi değil. Televizyonda hazırlanmak zorundasın. İyi giyinmek, saçını başını düzeltmek, traş olmak zorundasın. Radyo öyle değil, kapalı stüdyo ortamında çok daha rahat sohbet ediyorsun. İnternet var sonra, geleceğin medyası o zaten. Ve yazı yazmak… Her şeyin başında o var. Çok etkili bir şeydir yazı yazmak. Televizyonda onuncu yılım olacak bu sene, ancak hiç devam edeyim, illa sürsün derdinde değilim. Fakat yazı yazmak konusunda tutkuluyum. Bu durumda ağır basacak olan gazetedir.
Televizyon programınız Full Ekran’ı yaparken zorluk yaşıyor musunuz?
Ben televizyonla ilgili çok soğukkanlı bir adamım, öyle panik olan biri değilimdir. Konuğun son saniyede geldiği, programı açtığımda hala karşımda konuk varmış gibi konuştuğum, VTR’yi yayına soktuktan sonra konuğu araya attığım durumlarla karşılaşıyorum. Ekip mesela, “Yandık, bittik, mahvolduk” diye telaş içinde ortalarda koştururken, ben hiç telaşlanmıyorum. Bir şekilde işler yoluna giriyor. Aksaklıklar yapılan işin güzelliğini engeller elbette, ama o yayın devam eder, sorun bir şekilde izleyiciye yansıtılmaz ve seviye korunur diye düşünüyorum. Bazı televizyoncuların çok panik olabileceği durumlarda bile ekip bana hep, ne kadar soğukkanlı olduğumu söyler. Böyle bakınca sorun oluyor ancak üstesinden gelebiliyorum.
Meslek hayatınızda, aklınızda kalan bir anı var mı?
Zeki Müren’le ilgili bir anım var. Yeni köşe yazarıyken bir şeyler yazmıştım ve o yazı üzerine Zeki Müren arayıp teşekkür etmişti. Bu benim gibi yeni bir gazeteci için çok enteresan ve güzel bir olaydı. Birkaç yıl sonra da vefat etti zaten.
Magazin dünyası nasıl bir dünya?
Magazin işinde daha çok kavga ve dövüş var, bu kısım çok yorucu açıkçası. Sürekli bir polemik, didişme, karşı taraftan gelen “Bu neden böyle, neden beni eleştirdin?” halleri. Bunlar eş dost olabilir, eski arkadaş olabilir. Herkes kendi hakkında iyi yazılar yazılmasını istiyor haklı olarak. Ben de istiyorum bunu, ama eleştirildiğimde de sorun yapmıyorum. Ünlüler ve şöhretler gibi küsmüyorum, kavga etmiyorum ama bizdeki ünlülerde böyle dokunulmaz haller var. Yorucu.
Önümüzdeki dönemde Full Ekran dışında yeni bir proje var mı?
Önümüzdeki dönemde iki yeni proje düşünüyorum. Ama sunuculuk gibi değil, yapımcı olarak düşündüğüm işler bunlar. İşin perde arkasında olmayı, yapımcılığı daha çok seviyorum.
Televizyon dünyasında dünden bugüne neler değişti sizce?
Medya, benim olduğum son yirmi küsur yılında en hızlı dönüşümünü yaşadı. Mesleğe başladığım yıllarda daktilo ile yazıyorduk, daha sonra büyük televizyonlar gibi, devasa ekranlar çıktı, oradan da hızlı bir şekilde bilgisayar çağına geçiş yaptık. Arşivler oluşturuldu her şey dijital ortama aktarıldı. Biz eskiden her gün arşive inerdik, inanabiliyor musun her gün. Şimdi ne arayacaksan Google’da bulabiliyorsunuz.
Denizle aranız nasıl?
Denizi çok severim, yüzerim, denizle haşır neşir olurum. Denizsiz bir hayat düşünemem. Yazın mümkün olduğunca sık Boğaz’da yüzerim mesela. Tatil planlarımın en önemli parçalarından birini deniz oluşturur. Yüzmek dışında deniz sporları da yaparım, su kayağı mesela. Bunun dışında dalarım, bröveli dalgıcım aynı zamanda. Yani deniz demek benim için pek çok şey demek.
Peki, en sevdiğiniz dalış bölgesi neresi?
Türkiye’de daldığım tek yer Saros oldu, bunun dışında daha çok yurtdışında dalıyorum. Orada da en sevdiğim deniz Kızıl Deniz. Orası on numara bir dalış alanı, orada daldıktan sonra diğer yerler pek keyif vermiyor.
Deniz yemekleriyle aranız nasıl?
Nefis ötesi, denizden çıkan her şeyi yerim. Çünkü şunu beğenmem bunu beğenmem huyları yok bende. İstiridyeden deniz böceğine kadar denizden çıkan her şeyi yerim. Her türlü balığı severim, rakı-balık keyfi bambaşkadır mesela benim için. Zaten İstanbul’da olup da, Boğaz’da balık yemediysen, rakı içmediysen İstanbul’u yaşamamışsın demektir.
Bir kısım insanın Türkiye’deki bu kadar denize rağmen denizi tanımamasını neye bağlıyorsunuz?
Böyle bir ülkede hala yüzmeyi bilmeyen insanlar var; arkadaşlarımın arasında bile var, duyuyorum ve şaşırıyorum. Orta Anadolu, Doğu Anadolu’yu geçtim de mesela adam Mersinli ama yüzmeyi bilmiyor. Bu kadar imkân varken, denizden bu kadar uzak olunmasını anlamıyorum ben açıkçası. Türkiye’de denizle ilgili bir kültür yok. Denizcilik Bakanlığı bile yok. Denizcilik Bakanlığı’nın kurulması bu hükümetin atması gereken önemli adımlardan biriydi. Bu bakanlar kurulunda da yapılmadı, büyük bir hata bence. Mutlaka sularımızla ilgili bir bakanlığın kurulması ve ileriye dönük, bir yandan da topluma yönelik projeler yapılması gerekiyor ki, toplumun diğer kesimi de denizi tanısın, denizi uzak bir hayal olarak görmesin. Bir de şunu not düşmek lazım, Kızıl Deniz’de dalış yaptığında palet çırpmak bile yasak. Palet çırptığın an gelip uyarıyorlar. Çünkü oradaki denizle ilgili her insan biliyor ki, orası doğal zenginlik ve onu yok ederlerse ne dalış yapmak isteyen, ne de görmek isteyen bir turist gelir. Ve kıymetini biliyorlar. Biz ise denizlerimizi mahvetmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bizim ülkemizde de bu bilincin uyanması lazım.
Favori tatil bölgeniz neresi?
Son tatillerim şöyleydi, Brezilya; Copacabana, İpanema sahilleri müthiş. Amazonlar’a gittim, Amazon Nehri’nde yüzdüm, Tayland’a gittim, Puket filan. Yani hep deniz destinasyonları. Türkiye’de de güney sahilleri tabii ki.
Son olarak Vira okuyucularına nasıl bir mesaj vermek istersiniz?
Denizsiz bir hayat düşünülemez. Aileler çocuklarının denizle haşır neşir olmasına imkan sağlasın, denize sahip çıkmayı öğretsin ve her birey mutlaka balık boylarıyla ve doğayla ilgili kampanyaları desteklesin. Çocuklarımız denizi ve doğayı doğru öğrensin. Herkesin denizle barışık, ufku geniş bir yaşam sürmesini diliyorum.
Vira Dergisi