Bu yazım biraz da kayıkla bir kıyıdan diğer bir kıyıya geçerken, kendini deniz kültürüyle donatıldığını zannedenleredir. Deniz kültürü; deniz taşıtında seyrederken öylece martılara bakmak değildir. Deniz kültürü, Ege ve Akdeniz’in ve Karadeniz’in, bu arada Van Gölümüzün, hatta diyebilirim ki, eski çağlarda üzerinde gemilerin seyrettiği Fırat Irmağımızın kıyılarındaki antik kavimler tarafından biriktirilen her şeyi kapsayan ve günümüze uzanan dev bir çalışmadır. Sadece bir deniz taşıtında bulunmak, tek başına deniz kültürünün tortusu bile olamaz.
Üzerinde çalışmaktan söz ettiğim iş, kültür kavramıyla niteleniyor. Bizim ruhumuza, tarihsel belleğimize, toplumsal bilinç altımıza işlenmiş bir gergeften söz ediyoruz. Böyle bir deniz kültürü çalışmasının denizlerimize açıldığı gün, bilelim ki, Türkiye’de hiç yaşanmamış aydınlanma çağına ayak basmış olacağız. Ben bu büyük iddiamı, Türk entelektüel yaşamında en büyük katkıyı yapanların, deniz aşkıyla yaşayan büyük sanatçılar olduğu gerçeğine dayandırıyorum. Bugün “turizm çimentosuyla” taşlaşmış olsa da Bodrum, denizcilik kültürümüzdeki istisnai özellikleriyle bilincimize, Halikarnas Balıkçısı tarafından taşınmadı mı? Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Azra Erhat, Matilda Gökçeli, Magdelana Rufer ve onların arkadaşlarının Türk kültür dünyasına kattıkları büyük değerler benim iddiamın dayanaklarıdır. Onlar gıdalarını, bilinmeli ki Akdeniz’in derin kültürel sularından aldılar.
Bu “büyük proje” ile benim kişisel olanaklarımı kıyaslayan, çok bilmiş “matematikçi” dostlarım ne derlerse desinler, ben deniz kültürü çalışmasına bir insanın tüm yaşamını hasretmesini, en büyük insani kahramanlık olarak düşünüyorum. Kahramanlığın ise hesabı, kitabı olmasa gerek. İnsan böyle bir kültür denizine hayatında bir tek kulaç atmamış olsa bile, o harikulade denizde yüzmek için, hiç düşünmeden atlayabilir ve ben iddia ediyorum ki, kesinlikle yüzmeyi de işte o zaman öğrenebilir. Çünkü atladığı o deniz, atlayanın hemcinsleri tarafından binler ve binlerce yıldan beri birikmiş olan bir denizdir. İnsan denizidir... İnsan denizine atlayan insan boğulmaz. Tıpkı ana rahminden gün yüzüne soluk almayı bile bilmeden doğup da, anında soluk almayı öğrendiğimiz gibi... Bir sonraki sayıda yeniden buluşmak dileğiyle…
Vira Dergisi
“Deniz Kültürü”; bizim bu coğrafyamızda gelmiş geçmiş bütün kavimlerin insanlarının deniz ve denizle ilişkiler üzerine yarattıkları, düşündükleri, başardıkları ve başaramadıkları her şeyi, başarı ve başarısızlıkları karşısında sevinçle, acıyla, açlık ve toklukla, pragmatik ve estetik yaratıcılıkla yarattıkları bütün manevi değerleri, yapıtları, gelenekleri ve işte bu denize ilişkin maddi ve manevi her şeyin tarihten süzülen ve insan toplumunun kolektif hafızasında biriken, bize denizle ilişkilerimizde özgürlük, aidiyet, tarz, gelenek kazandıran tarihsel-toplumsal varoluşumuzun tümüdür. Ben böyle bir kapsamlı “deniz kültürü” kavramını savunuyorum...
Biz bu deniz kültürünü nerede “hazır” olarak bulabiliriz? Hiç bir yerde... Belki bilimsel olarak deniz ve denizcilik eğitimi verilen okullarımızda… Folklorik olarak kıyı köylerimizin denizci kuşaklarının gelenek, göreneklerinde... Teknolojik olarak, deniz sanayimizin üretim tezgahlarında... Manevi olarak, deniz hakkında yazılmış edebi-kültürel yapıtlarda...
Bu ve benzeri sınırlı alanlarda, denizle çağlar ve çağlar boyu süren ilişkilerimizin bölük pörçük birikintilerini bulabiliriz. Ama bunlar, bizim deniz kültürümüzün yalnızca “Ağaçları”dır. Orman ise bize hala meçhul kalmıştır... Ormanın bütününü görmek, ne tek tek deniz biliminin, ne deniz teknolojisinin, sanayinin, ne de deniz edebiyatının bize gösterdiklerini görmek değildir. Tüm deniz kültürümüzün ormanını görmek, deniz kültürünü içinde içselleştirmişlerin işidir.
Ben Türkiye aydınlanmasının, denizden başlayacağını düşünüyorum. Ege ve Akdeniz uygarlıklarının mirasını devralan bu toprakların insanları, kültürel köklerine ve zenginliklerine ancak ve ancak “deniz kültürümüzün” bütün tarihsel yollarından geçip, bütün bu yolları kapsayacak bir çalışmayla “yeniden sahip olabilirler”...