1979 yılında “serbest muhabirlik” ile mesleğe atılan İlem’in meslek hayatı pek çok gazeteci meslektaşını imrendirecek türde birbirinden heyecanlı ve bir o kadar da tehlikeli olaylarla dolu. Magazin, polis, adliye gibi mesleğin bütün dallarında sınırsız tecrübeler yaşayan İlem, 1987’de yazdığı bir haber sonrası PKK tarafından Siirt’te kaldığı otelden kaçırılmış. “Kafama dayalı silahlarla geçen iki ayrı olaydaki dakikaları unutamam” diyen Murat İlem mesleğini 25 yıldan fazla bir süredir suyun ötesinde, Atina’da sürdürüyor.
Uzun yıllardır çeşitli gazete ve televizyonların Atina temsilciliklerini yürütüyorsunuz. Bu serüven nasıl başladı?
Aslında yol hikayem mesleği sevip benimseyen, gönlünü, hayatını veren tüm meslektaşlarımın hikayesi gibi ya da onlara yakın şekilde gelişti diyebilirim. Çocukluğumdan beri illa da kanımdaki adrenalinin kurbanı olup, yükseltmek için çırpınıp durmuşumdur. Daha ilkokulda başlayan motosiklet tutkum, ortaokula geldiğimde lunaparklarda fıçının içinde dönmekle zirveye çıkmıştı. 1979 yılından itibaren fotoğraf tutkum öne çıktı. Böylece “serbest muhabirlik” serüvenim başladı. Deliler gibi koşturuyor, taksitle aldığım “frekans tarayıcı telsiz ” (Scanner) ile her olaya gazetelerde çalışan dostlarımdan önce gidip işi almak için her şeyi yapıyordum. Bu süreçte magazin, polis dahil mesleğin tüm dallarında sınırsız tecrübelere sahip oldum. 1980’li yılların ortalarında Sabah Gazetesi’nin kuruluş kadrosunda yer aldım. İlk dönem polis, ardından o dönemin önemli ilk özel haber servisini kuran Ahmet Vardar ustamın iki kişilik ekibinde yer aldım. “Alo Sabah” adı altında kurulan servise her gün onlarca ihbar geliyor ve anında değerlendirilip, her türlü nursuz-uğursuz işleri halledebilmek için Türkiye’nin hemen her noktasına koşturuyordum. PKK eylemlerinin zirve yaptığı aynı dönemde üç yıl boyunca Doğu ve Güneydoğu’da tüm terör olaylarını takip edip, bölgedeki büroların açılması, muhabir kadrosunun oluşturulması için gece-gündüz koşturdum. 1988’e gelindiğinde gazete bu defa Atina’ya temsilci olarak gitmemi istedi. 1987 Mart krizinde iki ülke savaştan dönmüş ancak gerginlik henüz bitmemişti. Haziran ayının son günlerinde demokrasinin kurulduğu ülkenin başkentine ayakbastım. Atina’da yaptığımın gazetecilik olmadığı konusunda daha ilk günlerde olumsuz enerji aldım. Bugün hala burada yaptığımın gazetecilik olmadığına inanırım. Yunan basını yazacak, sen alıp, evirip-çevirip, takla attırıp, haber diye gazetene geçeceksin. Bana göre bu gazetecilik değil, resmen çevirmenliktir. Bu nedenle 25 yıldan fazla suyun ötesinde görev yapmama rağmen, yurt dışı gazeteciliğini bir türlü benimseyip, kabul edemedim.
Şu anda Atina temsilciliğinin yanı sıra Radyo Atina’yı kurdunuz ve program yapıyorsunuz. Televizyonlarda da çalıştınız. Gazete mi, televizyon mu, radyo mu ağır basıyor?
Bana göre en rahatı radyo. Orada sadece kendinizle oluyorsunuz. Canlı bağlantılar da olsa, kendinizi sıkmadan program yapabiliyorsunuz. “www.radyoatina.com” ise benim üçüncü çocuğum! Hem haber sitesi, hem de radyo olarak Yunanistan’dan haber akışı (denizle ilgili konular dahil) sağlıyoruz. Ayrıca internetten yayın yaptığımız için tüm dünyada Yunan müziği sevenlerin kulak zevklerini tatmin ediyoruz.
Aslında işinizi biliyorsanız gazete de rahattır. Makineni kapar habere koşarsın. Olayın içine girdiğin andan itibaren zaten dünyadan kopmuşsundur. Ortalık kan gölü de olsa o seni ilgilendirmez. İki kare fotoğraf, etraftan resim çalma(!) ya da bulma. Detayları toplamak için araştırmak, soruşturmak, insanlardan bilgi almak ve not tutmak. Bunları yaparken de çok rahatımdır. Ancak televizyon beni her zaman kasmıştır. Çünkü görsel olarak ön planda olmanız gerekiyor. Karşınızda kamera (geceyse alnınızda patlayan spot), stüdyodaysanız kameralar ve yine tepenizde onlarca spot vs. Yetmiyor en ufak bir yanlışlık ve gerginlik, sizi izleyenler tarafından not(!) alınıyor. Bu durum ister istemez sizin o anki ruh halinize yansıyor ve kasılmanıza neden oluyor.
Meslek hayatınızda başınızdan geçen ilginç ya da sizi etkileyen olaylardan bir ikisini bizimle paylaşabilir misiniz?
Çok var ancak kafamda dayalı silahlarla geçen iki ayrı olaydaki dakikaları unutamam. Birinde 1987 yılında PKK Siirt’te kaldığım otelden alıp dağa kaçırmıştı. Kafama Kalaşnikof’u dayayıp çalıştığım gazetenin o günkü baskısını önüme atmışlardı. Bir gün önce onlarca kişinin katledildiği mezra baskınını gazeteye geçmiştim ve manşetin altında benim ismim vardı. Manşet ise “köpekler yine saldırdılar.” Tabii bu başlık için dağda benden hesap sorulup, “hayatımla ödeyeceğim” söylendi. Başlıkları benim atmadığımı anlatmak boşuna çabaydı. Karşısızda gözleri dönmüş silahlı insanlar, amaçları ise ses getirmek için her şeyi yapmayı kendilerine görev bilmeleri. Siirt’in ileri gelenlerinden biri olan dostumu aramaları ya da oraya getirmeleri için üç saate yakın dil döktüm. Sonra biri gitti konuştu ve dönüşünde beni yine kaçırdıkları otele geri getirdiler. İkinci ise Atina’da gerçekleşti. “Su testisi suyolunda kırılır” sözünü doğrularcasına daha sonra Düzce’de öldürülen E. K. isimli mafya babası bu defa Kalaşnikof değil ancak toplu bir silahı kafama dayayıp, Atina’nın Vula semtindeki evinde aldığı uyuşturucunun etkisi ile beni öldürmeye kalkmıştı. Eve geldiğimde şakağımda namlunun yuvarlak izi hala duruyordu. Bu dakikaları da unutmam mümkün değil. Ertesi gün İstanbul’a gelip haberi yaptım ve onun Atina’da olduğunu deşifre edip, Yunanistan’dan tekrar Türkiye’ye kaçmasına neden oldum. Haberin çıktığı gün bu defa beni öldürmeleri için gazetenin önüne gönderdiği silahlı adamlar ise uyarımız üzerine polis tarafından yakalandılar. E. K. ise Atina’dan kaçtığından kısa bir süre sonra Düzce’de soğuk çorba yüzünden tartıştığı lokanta sahibi tarafından öldürüldü.
Gelelim denize… Denizle aranız nasıldır?
Deniz, işte benim için hayatın ta kendisi. Ben Gölcük doğumluyum. Deniz kuvvetlerinin kalbi de denebilir. Kendimi bildim bileli Körfez’in sularında oldum. Tabii o zamanlar karşıya yani Derince’ye kadar yüzüp geri gelir, denizin tabanını her noktadan rahat rahat görürdük. Çünkü sular tertemiz, pırıl pırıldı. Doğdum denizdeyim, büyüdüm hala denizdeyim. Çatılara konulan 1x2 m. tenekeden yapılmış sandalların baş ve kıç aynalarını caddelerden kaşıklarla söktüğümüz ziftleri eritip dökerek yalıtır ve körfezin sularında balık tutardık. 10-12 yaşlarda Poyraz rıhtımında bağlı duran şanlı Yavuz Zırhlısı’nın zincirine tırmanıp balıklama atlamak en büyük keyfimizdi. Atina’ya geldikten sonra da bu aşkım devam etti. 11 yıl Lagonisi isimli kıyı kasabasında her yılın 7 ayı kampingdeki karavanımda yaşadım Tabii teknem önümde bağlı olarak. Attiki Körfezi’nin deniz tabanını karış karış bilirim. Son döneme kadar teknemle her gün sürekli sırtma yapıp, balık tutmak en büyük keyfimdi. Kısaca deniz benim için her şeydir.
Denizci bir ülkede yaşıyor ve çalışıyorsunuz. Denizcilik ve deniz kültürü anlamında Türkiye ile Yunanistan’ı kıyaslarsanız neler söylemek istersiniz?
Türkiye’deki son 20 yılı çok detaylı takip edemedim ancak, Yunanistan’ın bu konuda bir adım önde olduğu da bir gerçek. Denize, temizliğine, ekolojik dengeye, balıkçılık kültürüne sonuna kadar sahip çıkılır. Tabii bu konulardaki AB kriterlerini unutmamak lazım. Yunan sahil güvenlik yetkililerinin bu konuları görmezden gelenlere sıfır toleransla yaklaştıklarını da özenle vurgulamam lazım.
Yunanistan deniz ticareti anlamında dünyanın en önemli ülkelerinden biri. Ancak kriz tüm dünyayı olduğu gibi Yunanistan’ı da kötü etkiledi…
Taşıma, kuru yük ve sıvı yük anlamında oldukça etkilendiler diyebilirim. Ancak Yunanlı armatörler her zaman olduğu gibi yine bir çıkış yolu buldular ve 2008’deki global krizde Almanların eline geçen konteyner taşımacılığını geliştirmek için önemli adımlar attılar. Son 1.5-2 yıl içinde Yunanlı armatörler yaklaşık 3 milyar dolarlık ikinci el konteyner taşıma gemisi aldılar. Onları İngilizler takip etse de, Yunanlıların hedefi bu konuda Almanların liderliğini ellerinden almak. Yine son iki yıl içinde Yunanlı armatörler ikinci el ve yeni sipariş 460 bin TEU kapasitesinde 73 gemiyi filolarını katmaları önemli bir gelişme. Gemi yapımcılarının sipariş defterlerine baktığımız zaman Almanlar toplam yüzde 15’lik sipariş payına sahip olurken, bu rakam Yunanlı armatörlerde yüzde 44.5’lere kadar yükselmiş durumda. Kısaca krizden çıkış yolunu denizde sektör değiştirerek aşmayı başardılar diyebiliriz.
Aslında üç tarafımız denizlerle çevrili ancak ülkemizde gelişmiş bir deniz kültüründen söz etmek biraz zor. Sizce bunun nedenleri ne olabilir?
Bu konuda derginizin yaptığı kamuoyu araştırmaları bize gerçekleri net olarak anlatır nitelikte. “Bizde deniz kültürü var mı?” sorunuza katılımcıların yüzde 30’u evet, yüzde 70’i hayır cevabı vermiş. Yani deniz kültürü anlamında hangi konuyu ele alırsanız alın ne yaptığımızın farkında değiliz. O zaman insanlarımızı deniz kültürü “bilinçlendirmek” için herkesin elini taşın altına sokması gerekiyor. Tabii derginizin bu konuda önemli bir rol oynadığı tartışılmaz bir gerçek.
Deniz ürünleri ile aranız nasıldır? Yapmasını ya da yemesini sevdiğiniz deniz ürünlerini bizimle de paylaşır mısınız?
Hemen şu meşhur halk deyimimizi belirtmemde yarar var; “Denizden babam çıksa yerim”. Evet aynen öyle. Bugüne kadar deniz ürünleri anlamında önüme ne geldiyse büyük keyifle yedim. Yemediklerim ya da yemesini bilmediklerimin çoğunu Yunanistan’da öğrendim. Deniz kestanesi bunlardan bir tanesi. Kuzey Ege’deki Limni Adası’nda bu işin de ustası durumuna geldim. Eskiden dikenleri elime batıp canımı yakacak diye korktuğum denizkestanesini bugün kilolarla toplayıp yiyebiliyorum. Yeter ki elimde bir kaşık ve bol limon olsun. Ayrıca benim için denizdeki en akıllı yaratık olan ahtapotun tutulmasından, sofraya gelmesine kalan olan süreci artık Yunanlı dostlarım sayesinde çok daha iyi biliyorum. Masada tercihim ise hamsi, sardalya gibi küçük balıklar ile kafadan bacaklıların tümü, karavides ve karidestir.
“En iyi tekne arkadaşımın teknesidir” savına katılıyor musunuz?
Denizle ilgilenenler “tekneyi önce alırken, sonra satarken sevinirmiş” deseler de ben hiçbir zaman bu görüşe katılmadım. Her zaman alırken çok sevindim, ancak satarken çok üzüldüm. Yunanistan’da bulunduğum 25 yıldan fazla bir süre teknem hep vardı. Önceki yıl sağlık nedenlerim yüzünden son teknemi sattım. Arkadaşımın da teknesi olsun ama benimki ondan daha iyi olsun.
Türkiye’de deniz anlamında en çok özlediğiniz yer neresi?
Eski, tertemiz ve pırıl pırıl, içinde her türlü balığın bulunduğu Marmara ile Gölcük-İzmit arasındaki körfezi özlüyorum. Ve şimdiki bitik, kirli durumunu izledikçe içim parçalanıyor.
Sizce ülkemizde deniz sevgisini geliştirmek, çocuklarımıza bu sevgiyi aşılamak için neler yapılabilir?
Görsel olarak özellikle televizyonlarda bu konuda sürekli denizle ilgili programlar yapılması, belgeseller yayınlanması, çizgi filmlerin bile denizi sevdirecek şekilde yapılmasından yanayım. Sırf denizi sevenlere yönelik bir televizyon kanalı bu konuda en ideali olur.
Son olarak Atina’dan Vira’yı yakından takip eden deniz dostlarına ne söylemek, nasıl bir mesaj vermek istersiniz?
Buradaki İstanbullu Rum ve Yunanlı dostlarımın yüzde 90’ı kesinlikle denizle uğraşırlar, severler ve hayatlarını denizle ilgili tüm aksiyonların üzerine monte etmişlerdir. Çoğunun tekneleri vardır. Yine büyük bölümünün Atina dışındaki sahil kasabalarından birinde kesinlikle yazlığı vardır. Bir araya geldiğimizde tek konu deniz, tekneler, balıklar, balık tutma teknikleri gibi konulardır. Bizler denizden korkmayan ancak ona büyük saygı duyan insanlarız. “Vira” dergisinin bu konuda yaptığı yayınları da keyifle okuyup, takdirle karşılarız. Son satırda, ben ve Atina’daki tüm Rum, Yunanlı, Ermeni dostlarımdan “Vira” okurlarına sevgilerle…
virahaber.com