Şevval Şam, ekranlardan evimize o kadar pozitif yansıyor ki, günlük hayatta nasıl olduğunu merak etmemek elde değil…
Nasıl olduğumu bilmiyorum. Ben öyle çok aynaya bakan, kendinin peşinde koşan biri olmadım. Aslında nasıl gözüküyorsam siz yorumunuzu yaptınız. Benimle ilgili pozitif algınız varsa muhtemelen pozitifimdir. Oyunculuk mevzu olduğu zaman o rol ben olmuyorum tabi ki oyunculuk yapıyorum, onu oynuyorum. Ama gündelik hayatta oynadığım karakter yok, neysem o.
Müzik ve sinema dışında neden keyif alırsınız?
İşimi çok severek yapıyorum, bu benim hayat biçimim zaten. Sahne dışında müzik hep var. Beni en heyecanlandıran şey tabiat. Sonsuza kadar gökyüzünü, denizin hareketlerini ağaçların ve bahçenin yeşermesini, tekrar solup açmasını seyredebilirim.
Hobileriniz, aktiviteleriniz var mı?
Sevdiğim insanlarla birlikte olup gülmek en büyük aktivite herhalde. Çok öyle aktivite insanı değilim galiba. Anti hobilerim var; televizyon izlemek gibi. En büyük hobim mizah dergilerim. Mizah dergilerim olmadan yaşayamam. Uykusuz, Leman, Penguen ve Red, Yeni Harman…
Gelelim müziğe iddialı isimlerin şarkılarını seslendirmek sizi korkutmadı mı?
Korkunun altındaki nedeni bulmak lazım. İnsan neden korkar? Beğenilmemesinden, onlar kadar iyi söyleyememekten korkar. Heves edip söyleyemeyeceğim şarkılarda vardır ama söyleyebileceklerimden ve sevdiklerimden seçtim. Akademik geçmişim olmadığı için potansiyelimi de çok fazla bilmiyorum. Bu sınırları denemek hoşuma gidiyor. Kaldı ki Has Arabesk albümü arşiv niteliğinde bir albüm. Bende söylerim gibi bir iddiası yok, tam tersi en çok sevilenlerden, bilinenlerden seçtim. Çünkü arabesk Türkiye’de sadece müzikten ibaret değil, aynı zamanda sosyolojik de bir olgu. Buraya bir bakmak istedim. O dönemin cefasını çekmişlere de selam yollamak istedim, aslında altında böyle bir amaç var. Yoksa ben arabeskçi değilim tabi ki, popülist bir zihniyetle de yapmadım. Mesela benden Karadeniz albümü bekleniyordu ama ben alaturka yaptım ve alaturka tekrar bir patlama yaşadı. Herkes o dönem arabesk yaptı. Ama ben şimdi rotamı başka yöne çevirdim, yoluma devam ediyorum. Benim için bitti arabesk.
Peki, belirlediğiniz yeni rota ne?
Ben bu topraklardan geçmiş bütün şarkıları –iyi örneklerini tabi ki- seviyorum ve söylemekten keyif alıyorum. Hangi tarz olursa olsun. Yine bu toprakların bir döneminde yaşamış, yine dönem müziği, yine arşiv niteliğinde belki biraz daha orijinal fikirler de katabileceğimiz tangolar ve kantolar üzerine çalışmaya başladık. Repertuar aşamasındayız, hazırlık yapıyoruz.
Birkaç yıldır televizyon projelerinde gözükmüyorsunuz neden?
Son oynadığım dizide biraz fazla yoruldum. Sonra da zaten bu mesele gündeme geldi; “Yerli dizi yersiz uzun” başlığıyla. O ara tabi çok yorulduğum için bir süreliğine dizi oyunculuğunu bırakıyorum dedim çünkü artık halim kalmamıştı. Tam o dönemde konserler başladı. Şu anda da yoğun bir konser programım olduğu için drama kabul edemiyorum. Ama sitcom olsa kabul ederim. Haftada iki günümü alacak tek mekan dört kamera sesli çekim komedi olursa düşünürüm. Çünkü komediyi çok seviyorum.
Gülbeyaz karakteri çok bizden bir karakterdi…
Aslında öncesine kadar onun bizden bir karakter olduğunun farkında değildik. Çünkü Türkiye için Gülbeyaz bir kırılma noktasıdır. Benim hayatımda da çok önemli süreçtir. Diziden önce Karadeniz’e dair çok fazla fikrimiz yoktu. Anlaşılmaz Karadeniz şivesiyle bağıra bağıra söylenen şarkılar bizim için Karadeniz müziğiydi ve geniş kitlelerce değil, lokal bölgelerce tüketilen müzikti. Bu anlamda hem Gülbeyaz dizisi, hem müziklerinin çok büyük etkisi var. Kazım Koyuncu’nun varlığı Türkiye’de Karadenizli olma misyonunu farklı bir yere taşıdı. Ondan sonra fark ettik biz Karadeniz kızını, Karadenizli olmanın şirinliğini, o bölgenin karakteristik yapısını.
Peki, Karadeniz’i dizi süreci içinde mi tanıdınız?
Fotoğraflarından biliyordum ama o havayı solumamıştım. Özellikle son dönemde HES’lerle ilgili hassasiyetim arttıkça bölgeye daha fazla ilgi duymaya başladım. Daha sık gitmeye başladım ve gittikçe de aşık oldum. En son İz TV’nin “9 Sıcak Nokta” projesi için gittim ve döndüğümde hüngür hüngür ağladım. Oradaki cenneti HES’lere kurban edecekleri düşüncesine dayanamadım. Çünkü gerçekten kendimi cennette gibi gördüm. Kıyılabilecek bir coğrafya değil. Enerjiye karşı değilim ama alternatif enerjiler tercih edilmeli. 11 km’lik Palovit Deresi’ne 20 metre aralıkla HES yapmak orayı cehenneme çevirmek demek. Buna hakları yok. Türkiye’de son dönemde her şey para olarak değerlendiriliyor. Şelaleye hayranlıkla bakıyorsunuz ama gözlerinde para işareti olan insanlar bu su boşa akıyor diyor. Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Fakültesi’nde doçent olan çok tatlı bir hoca vardı Oğuz Kurtoğlu, biz programı onunla birlikte yaptık. Söylediği çok güzel bir laf vardı; “Eğer bu su boşa akıyorsa bu güneş her gün boşa doğuyor…”
Şevval Sam’ın denizle arası nasıl?
İyi tabi ki. Deniz sevilmez mi? Deniz dünyanın en güzel şeyi. Su olmayan bir yerde yaşamak her halde benim için çok zor olurdu. Su grubuyum belki ondan.
İstanbul’da hala denizi görmeyen insanlarımız var…
Denizi görememiş olması yaşam standardındaki ekonomik boyut. Çünkü hakikaten hayat mücadelesi içerisinde görememiş olabilirler. Bir açıdan kültürel de bir şey. Vizyon ne kadar dar olursa, insanın merakı da o kadar az olur. Eğitim olarak çok üst seviyelerde bir toplum olmadığımızdan eminim. Denizle olan ilişki, tabiatla olan ilişki, sanatla olan ilişki, eğitimle doğru orantılı. O yüzden İstanbul’u iki bin yıllık şehir olmaktan sekiz bin yıllık şehir olmasına taşıyacak kültürel ve tarihsel kalıntılara çanak çömlek deniliyor. Hayat, tabiatla, kültürle iç içe gelişecek ve zenginleşecek, eğitimle taçlanacak bir şey. Buna denizlerde dahil. Ekonomik olarak her şeyin turizme dönüştürülmesine karşıyım. Turizm çan eğrisi gibidir. Bir yeri önce yükseltir, sonra tüketir, sonra da yok eder. Ege ve Akdeniz’deki bir sürü sahil kasabalarının artık bitip, tükendiğini görüyoruz. Diyelim ki her şeyi ekonomik anlamda değerlendirmek üzerine konuşuyorsunuz ama mutlaka ve mutlaka tabiatla uyum içersinde ona zarar vermeden orada yer almak gerekiyor. Bazı yerlerde tesis olmasına karşı değilim ama tesis olacak diye binlerce ağacın kesilmesi, denizin doldurulması, çöplerin ve atıkların denize akıtılması gibi şeylere kesinlikle karşıyım. Zaten tasarlayan çok güzel tasarlamış, cennet var ortada. İnsanlar gözlerinin önüne bakmıyorlar ki. Hala cennetten öldükten sonra yer alma peşindeler. Gerçek cenneti insan eğer isterse bu dünyada bulabilir. Çünkü her şey insanın zihninde.
İstanbul’da en son ne zaman denize girdiniz?
Rumeli Hisarı’nda evvel ki sene girdim. Boğaz’ın suyu çok güzeldir. Pamuk gibidir. Onun başka bir hissi vardır. Tuzlu değildir, çok güzel bir duygu. Tam göğsünde hissedersin. Ben Boğaz’ın suyunu çok severim. Küçüklüğümde biz Yeşilköy’de yaşıyorduk. Oradan Florya Plajı’na gidiyorduk. O zamanlar İstanbul’da denize gitmek diye bir şey vardı. Tarabya Plajı’na giderdik. Adaya giderdik. Tatile gitmeye gerek olmadığında o zamanlar güney sahilleri de daha bakirdi. Ben pansiyon, karavan kamp daha çok seviyorum. Bir tane karavanım var. Dünyanın en güzel şeyi. Dört metrekareye sığıyorsun. Küçük yaşıyorsun. Nerede uyanıyorsan evin orası. Türkiye’de karavan kültürü yok.
Yaptığınız bir su sporu var mı?
Su sporu yapmıyorum ama herhalde spora karşı yetenekliyim. 40 yılda bir yaptığımda da fena yapmıyorum. En son arkadaşımı ziyarete Bodrum’a gittiğimde su kayağına heves ettim. Çok da iyi bir hoca vardı, bir seferde dalgalı suda ayağa kalktım. Ama kollar omuzlar gitti hammışım. Kulaç atarak yüzmeyi değil de suyun altındaki başka bir dünyada gezmeyi seviyorum. Ama dalış yapmıyorum üşeniyorum; kıyafetleri, kuralları falan var. Şnorkel ve gözlükle üşümediğim müddetçe seyrede seyrede gezebilirim. Deniz yıldızlarını, ahtapotları görüyorsun. Mesela Mısır’a gitmiştim. Kızıldeniz’de gerçekten tabiatla iletişim kurmak çok güzel bir şey. Balığa ekmek yediriyorsun; elinden yiyor ve gökkuşağı gibi inanılmaz renkleri var.
Şevval Sam, sofrasında deniz mahsullerine ne kadar yer verir?
Balık ve salata en güzelidir. Dönemin olta balığını yerim. Çiftlik balığı yemem kesinlikle. Balık çorbası, buğulama ve ızgara severim. Ama az miktarda balık yiyorum, yakında balığı da bırakacağım. Et ve tavuk yemiyorum zaten. Kaynaklar tükeniyor bir boğaz eksilsin. Bireysel eylem yapıyorum açıkçası. 11 yıl oldu gerçi artık ihtiyaç da hissetmiyorum, zaten onu başka proteinlerle takviye ediyorum. Vegan değilim, pesketeryenim ama bir zaman sonra balığı da bırakacağım. Çünkü olta balıkçılığı kaynaklara zarar vermez ama trolcüler gırgırlar çok vahşi geliyor bana. Deniz mahsullerinde de ahtapot yemem vura vura öldürüyorlar, ıstakoz yemem kaynar suya atıyorlar, yengeç yemem canlı canlı ateşin üstüne koyuyorlar. Bir canlının benim nefsim körelsin diye eziyet çekmesine karşıyım. Öldürüp yemeye karşı değilim, çünkü dünya bu sistem üzerine kurulu. Ama işkenceye karşıyım tabi ki.
Vira okuyucularına söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Deniz kimsenin malı değil. Deniz ortak kullanım alanıdır, yani doğanın bir parçasıdır. Denizle ilgili kimin ne projesi varsa onunla uyum içersinde olmalıdır. Denizin şöyle bir karakteri vardır; kendinden alınan her şeyi geri alır. Bunu da hiç bir zaman unutmamak gerekir.