Öyle çok korkuyordun ki terkedilmekten, benliğini havasız bırakıyordun. Başını gökyüzüne kaldırıp yıldızları ve o serseri ufku seyrederken bile aklından o derin korkun geçiyordu hep.
İlk ne zaman hissettin bu dünyada istediğin sevgiye hiçbir zaman kavuşmayacağını…
İlk ne zaman anladın seni koruyacak bir derinin olmadığını…
Kapı sesleriyle kalbini açıklamayı ilk ne zaman öğrendin. Evet, öğrettikleri hayattı… Aşka yalan karışırdı, yalana aşk…
İlk erkeğin… Bir sabah evin kapısı açılır, sonra kapanır. O kendine kapanan yürek sesi gibi bir tık sesi… Sessiz ve ölümcül…
Merdivenlerde hayatın hükmü gibi çınlayan babanın ayak sesleriydi… O an kalbine ve odana keskin bir ayaz rüzgarıdolmuştu. İlk ve sondu. Ruhun tutulmuştu. Yaşadığını kendine hatırlatmak için, içinden tekrarlamıştın hep: Bu anı daha önce görmüştüm… Bu anı daha önce görmüştüm…
Gözlerinle saymıştın babanın giden adımlarını… Bir tek şey için kızmıştın babana, sadece bir tek şey için… Gitmeden önce bir duygusuz bir deriyle örtseydi ruhumu, gitmeden önce keşke acımasız bir deriyle örtseydi ayaza tutulmuş kalbimi… Keşke bir gün dönerim diye, yalan söylemeseydi de, saflığımı bu hayattan nasıl koruyacağını öğretip öyle gitseydi… Demiştin…
İşte o an yaşadığın öyle büyük bir acıydı ki, bir sonraki acı durağında nefesin kesilebilirdi. Savrulurken kendinden öteye, bilinçsizce, düşünmeden tutundun ve sımsıkı sarıldın benliğine…
Oysa ruhunla ilgili, hayallerinle ilgili ne düşler kurmuştun kendine…
Oysa en sevdiği kelime Nirvana’ydı… Düşlerini yakıp yakıp küllerini tüm evrene saçacaktın. Düşlerin hangi toprağa düşerse düşsün, coşkun bir yanık hissiyle yeniden dirilecekti. Kalbinin yeminlerine boyun eğecekti gitmek istediğin her yer… Öyle korkusuz ve inatçı olacaktı ki çıplak ruhun, onun önünde boyun eğecekti dünyanın bütün biçimleri, nesneleri ve gölgeleri…
Oysa öyle korkutmuşlardı ki seni, bir kez olsun korkunun gözlerine derinden bakamadın. O derin terkedilme korkuna bakamadın, ama ölümünün gözlerine dalıp gittin her istediğinde ve hep sonsuz bir sevgiyle…
Ve belki de bu yüzden intihar edenler hep merak dolu bir hayranlık uyandırdı sende…
Yapamadığın, belki de hiç yapamayacağın şeyi onlar yapmıştı. Korkusuzdular sana göre. Ama arkadaşlarına onların yazgılarını konuşurken; ıssız bir adada yaşamıyoruz ki, sevenlerimiz, sevdiklerimiz var, onlara acı çektirmeye hakkımız var mı? Dedin hep, ezberlemişçesine… Sonra odana dönüp böyle konuştuğun için lanetler yağdırdın kendine, söylediklerine, o iyileşmesi mümkün olmayan korkuna…
Ve en çok özendiğin insanlar okullarda arka sıralarda oturanlardı. Disiplinsiz davrandıkları, kuralları çiğnedikleri için okullarından atılan ya da uzaklaştıran o çok umutsuz, o çok serseri, hayattan dışlanmış o korkusuz çocuklardı…
Hep sorardım kendine o çocukların neden bu denli korkusuz olduklarını…
Yoksa hiç mi benim gibi terkedilmemişti onlar? Hayata, kurallara isyan etme gücünü nereden alıyorlardı? Yoksa onları terkeden sevdikleri, terketmeden önce ruhlarını, kalpleri kalın, güçlü bir deriyle kaplayıp öyle mi gittiler uzaklara? Yoksa bir bildiklerimi vardı? O en dipte, o derin umutsuzlukta hayat daha mı iyi görünüyordu? Onlar gibi savrulsam, itilsem dünya denen bu karanlık ormanı daha mı iyi görürdüm? Onlar gibi olsam bu korkuma böylesine sıkıca sarılır mıydın?
Hep bunları sorardın kendine…
Sense öyle çok korkuyordun ki terkedilmekten, benliğini havasız bırakıyordun. Başını gökyüzüne kaldırıp yıldızları ve o serseri ufku seyrederken bile aklından kuşatılmış benliğin, o derin korkun geçiyordu hep. Oysa yersizdi bu korkun. Hep unuttuğun bir şey vardı. Bir daha hiç terkedilmeyecektin ki sen! Çünkü hiç kimseye bir daha bağlanmayacaktın. Benliğine böyle delice bir korkuyla sarılman bile çok anlamsızdı, ama o ilk ve son terkedilmeni öylesine hazırlıksız bir anında yaşamıştın ki bu korkuya sarılmadan varolamazdın sen…
İşte bu anlamsız korku yüzünden okuduğun okullarda, arkadaşlarının arasında hep, en uyumsuz ama en çalışkan oldun. İşe yaramaz deha, en uçarı bencil oldun hep…
Herkesin yaptığını yapmıyor, herkesin gittiği yere gitmiyor, her yerde tek başına dolaşıyor, herkesi küçümsüyor, her konuşulanı anlamsız ve bayağı buluyor, ama derslerini inanılmaz bir dikkatle ve korkunç bir inatla çalışıyordun…
Çoğunlukla da yalan söylüyordun karşına çıkanlara. En ufak bir vicdan azabı duymaksızın hem de. Yalan söylüyordun çünkü tek derdin onlardan, okullardan, çevrendekilerden kaçıp, kurtulmaktı. Ele geçmemekti. Seni hiç, ama hiç kendi çemberlerine alamayacaklardı.
Ele geçmemek ve farkedilmemek için küçümsediğin insanlardan daha çok çalışmak zorundaydın o nefret ettiğin derslere… Senin ele geçmen onların ele geçmesine benzemezdi. Sonun olurdu farkedilmen… Böyle hissediyordun. Kuralları çiğnedikleri, disiplinsiz davrandıkları için okullarından uzaklaştırılan o çok özendiğin çocuklar bile seni anlayamazdı gitseydin onların yanına. Onca ezilmiş ve dışlanmış olmalarına rağmen, sırf farklı olduğun için onlar da ezerdi seni. Nefret ettikleri bir dünyadan gelmiş olman yeterdi seni acıtmaları ve incitmeleri için… Öyle çok zulüm altındaydı ki onlar, seni üzüp incittiklerinin bile farkına varmazlardı…
Anlaşılmasın diye o derin korkun, bilinmesin diye, derisiz oluşun yüzünden, kendini gizli bir kurguya hapsetmiştin bu yüzden…
Garip yaşam öyküleri yakıştırırdın kendine. Tuhaf, benzerine pek rastlanmamış insanlık dramlarını kendine mal ederdin. Başkalarının taşımaktan usandıkları acılarını, terkedip bıraktıkları hasretleri, bilinçli bir dalgınlıkla unuttukları ve artık hastalıklı sayılan incelikleri hep bu kurgunun içine koyardın.
Ödünç hayat öyküleri, sahipsiz acılar, modası geçmiş inceliklerle zaman kazanmaya çalışırdın hep. Geride, kalenin arkasından kendini seyrederdin. Sana yaklaşmasınlar, seni farketmesinler diye insanlara farklı seni oynayan, uydurduğu öykülere önce kendi inanan, başkalarının acılarını senin acınmış gibi anlatırken utanan, unutulmuş incelikleri sana aitmiş gibi sunarken mahcup bir pişmanlık duyan ruhunu seyrederdin sığındığın uzaklardan…
Seni ele geçirmek isteyenler kötüydü evet. Kalplerini ihmal ediyorlardı. Hayatlarında sevgiye yer yoktu. Sadece çıkarları için yaşıyorlardı. Sevindirdin evet, böyle olmalarına kirli bir sevinçle sevindirdin. Ya iyi olsalardı, ya kalplerini ihmal etmeselerdi, ya hayatları sevgi dolu olsaydı, o zaman ne yapacaktın onlara? Ama onlardan önce kendine nasıl anlatacaktın?
Hayatın ve insanların o derin kötülüğü, o sınırsız sevgisizliği doğruluyordu çünkü o derin, o iyileşmez korkunu. Doğruluyordu bir kalenin arkasında o derisiz ruhunu saklamanı…
Ama en çok hep öç alarak sevmeni doğruluyordu…
Evet, hep böyle sevmiştin sen. Böyle anlarda aklın acından önce koşmuştu. O nefret ettiğin aklına sarılmıştın…
O ilk terkedilişinin acısını seni sevenlerden çıkartmıştın hep. Seni sevmeye yeltenenlerden. Senin bir vakitler öncesiz ve sonrasız terkedildiğini ve sevilmeye hiç layık olmayışını anlayan o zavallı insanlardan…
Biliyor musun, ilk kez o gece telefonla konuşurken hissettim gerçekten çok içten olduğunu, ilk kez o an anladım bana oynamadığını, o sözü yürekten söylediğini…
Şu an en çok istediğim ne biliyor musun? Ne olurdu benimle ilgili hiçbir şey hatırlamasan… Herşeye yeniden başlasak. Ne olurdu bütün bunları, konuştuğumuz herşeyi unutup, yeniden başlasak…
Böyle demiştin…
Çok isterdim, ama bu mümkün değildi. Çünkü ta başından, karşılaştığımız andan bugüne kadar, sen kendini değil beni anlattın sevgili… O sabaha karşı kapının açılıp sonra bir yüreğin kapanışı gibi kapanışını bir de benden dinle istersen…
Merdivenlerdeki o ayak seslerinin bu hayatın hükmü gibi kalbimde çınlayışını… O ayazın odama ve ruhuma doluşunu inan senden daha iyi anlatabilirim…
O terkedilme korkusu yüzünden benliğime sımsıkı sarılışımı, bu yüzden tıpkı senin gibi sevgilerimi adeta öç alarak nasıl yaşadığımı bir de benden dinlesen…
Şimdi sonsuzluğa mahkumuz seninle…
Işıksız, perdesiz, dekorsuz ve seyircisiz bir sahnede sonsuzluğa mahkum iki oyuncuyuz biz…
Çok kimsesiz, çok bencil, çok başarılı, çok zavallı, çok korkak, çok korktuğunu saklamak için çok önde, bu yüzden kendi çığlığını sadece kendi duyan iki oyuncuyuz…
Keşke sevgili seninle ilgili bildiğim herşeyi ben de unutabilsem, unutabilsem tıpkı senin gibi sonsuzluğa mahkum bir oyuncu olduğumu…
Biliyor musun? Bilirsin elbet…
Ne yorucu, ne umutsuz bir şey bu sonsuzluk…
Ne acı bir şey seni sevdikçe kendimi hatırlamam…
Ne acı bir şey seni hatırladıkça ençok kendimi, ençok o sonsuzluk oyuncusunu hatırlamam…