24 Kasım 2015 günü düşürülen Rus savaş uçağı, 1920’de başlayan ve 85 yıldan bu yana en küçük bir çatışma yaşanmayan, Rusya Türkiye ilişkilerinde tarihi ve radikal bir kırılma noktası oldu. İki yeni ülke geçmişteki uzun süreli savaşlara rağmen gerek Kurtuluş Savaşı’nda gerekse Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra her alanda dostluk ve dayanışma içinde oldular. Rusya-Türkiye sınırı Türk İstiklal Savaşı devam ederken 16 Mart 1921’de Moskova Anlaşması ile çizildi. SSCB’nin böyle bir anlaşmayı yeni Türk Hükümeti ile savaş devam ederken imzalaması, emperyalizme karşı duruşunun ve İstiklal Savaşı’na olan desteğinin politik bir göstergesiydi. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı devam ederken Büyük Taarruzdan yaklaşık 8 ay önce 5 Ocak 1922 tarihinden itibaren Semyon İvanoviç Aralov ‘un Ankara’ya Büyükelçi olarak ataması bu siyasi desteğin diplomatik bir yansıması oldu.
Suriye’deki kaosu kim neden kurguladı?
Suriye’deki iç savaşın taraflarından rejime karşı yani Esat’a karşı savaşanların siyasi kimliği yoktur. Sadece rejim karşıtları parantezinde toplanıyorlar. Onlara siyasi ve fiili destek veren ülke dışı aktörlerden Suudi Arabistan, Katar vb. gibi Sünni Monarşilerin siyasi hedefleri Suriye’deki mevcut Alevi (Şii) yönetimin Sünni bir yönetimle değiştirilmesidir. Bunu neden istiyorlar? Çünkü nüfusunun çoğunluğu Şii mezhebine mensup İran’ın, bölgede genişleyen nüfuz alanını kendi ülkeleri ve tahtları için büyük tehlike olarak görüyorlar. İran ile Suudi Arabistan, bölgede mezhep farklılıklarını siyasi rekabete dönüştüren ve bunu da beka sorunu olarak gören iki lider ülkedir. Kanaatimce son 10 yıldan bu yana bölgedeki keşmekeş ortamın esas nedenlerinden biri budur. İran’ın 1979’da İslam Cumhuriyeti’ne dönüşmesi, Suudi Arabistan’ın korkularına yeni bir boyut eklemiştir. Çünkü İran, kendisi gibi bir monarşiden, halk cumhuriyetine geçmiştir. Her ne kadar dini konsey varsa da, İranlılar mahalli ve yönetsel temsilcilerini seçme hakkına sahip oldular. Bu yeni rejim, bölgede Sünni monarşiler altında ezilen veya ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Şii nüfus için bir nevi özgürlük meşalesi etkisi yaptı. Bahreyn ( % 70 Şii) ve Suudi Arabistan (% 18 Şii) başta olmak üzere Şii nüfus barındıran ülkeler İran’ın rejim ihraç etme politikasından korkmaya başlamışlardır. 2013 yılında Bahreyn’de ezilen ve işsiz Şii çoğunluk ayaklanmıştır. Bu ayaklanma Suudi Arabistan’dan gelen tugay seviyesindeki askeri güçle bastırılmıştır. Özetle Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerdeki esas sorun rejim sorunudur. Batı’nın kontrol ettiği ve küresel ekonomik sistem tarafından sömürülen monarşiler ortadan kalkmadıkça Ortadoğu’da savaş ve çatışmalar bitmeyecektir.
İsrail üzerinde İran etkisi
1979’da İran’daki rejim değişikliği, bölgede Müslüman olmayan tek devlet olan İsrail için de çok önemli bir tehdit ortaya çıkardı. İran, İsrail’i bölgedeki karışıklıkların tek sorumlusu olarak görmeye başladı. Açıktan düşman ilan etti. Bu yaklaşım son derece yanlıştı. İsrail de İran’a karşı sert söylemler paralelinde katı politikasını sürdürüyor. Suriye, 1990’daki karışıklıklar nedeniyle kuzey Lübnan’ı işgal etti. Bu işgal 2005 yılına kadar sürdü. Suriye işgali 1991’de Lübnan Ordusunun çekirdeği sayılan Hizbullah Ordusunun kurulmasını sağladı. Böylece İsrail, Suriye ve Hizbullah üzerinden sınırında yeni ve ciddi bir tehditle yüz yüze geldi. 2001 yılı, 11 Eylül’üne kadar, bölge ve dünya güç dengeleri açısından statik bir yıldı. O nedenle İsrail, aynı yıl Haziran ayında Hizbullah üzerinden kapısına gelen İran tehdidini bertaraf etmek için Suriye’ye bir teklif götürmüş ve reddedilmiş. Götürmüş diyoruz. Çünkü bu ancak 2012 yılı Ekim ayında açıklandı. Teklif şuymuş; İsrail Başbakanı Netanyahu, Golan tepelerindeki anlaşmazlığı bitirip 4 Haziran 1967 tarihli sınırlara dönmeye hazır olduklarını, bunun karşılığında Suriye'den Filistin, İran ve Hizbullah ile ilişkilerini bitirmesini şart koşmuş. Ayrıca iddialara göre bu mesaj trafiğinin Suriye'deki iç karışıklığın ilk dönemine (2011) kadar devam ettiği söyleniyor. Yani İsrail, 10 yıl süre ile Suriye’den İran ve Hizbullah ile bağlarını koparmasını isteyip durmuş. Bu tutum İsrail’in İran tehdidini ne kadar ciddiye aldığını ve sorunu Suriye ile diplomatik yoldan halletmek istediği şeklinde değerlendirilebilir.
Suriye’de ABD işgali korkusu
11 Eylül 2001 ABD İkiz Kuleler Saldırısı dünya tarihi açısından bir milat olarak kabul edilebilir. Çünkü bu derece organize bir terör saldırısı, bütün ülke yöneticilerini ve halklarını güven bunalımına soktu. Korku, endişe ve belirsizlik her yere hâkim oldu. Bu acı olay, ABD’yi uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda Irak’a müdahaleye zorladı. ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali bölgenin siyasi, mezhepsel, etnik ve toplumsal dengelerini yerle bir etti. ABD askerlerinin hem savaş hukukuna, hem de insan haklarına aykırı tutum ve davranışları Irak’ta ve bölgede etkisi hala devam eden kin tohumlarının ekilmesine yol açtı. Amerikan işgalinin Suriye’ye de önemli etkisi oldu. Irak’ın işgali, Haydut Devlet kategorisindeki Suriye’yi korkutmuştu. O nedenle 2005’te fazla direnmeden uzun süreden beri işgal ettiği Lübnan topraklarından askerlerini çekti. Türkiye ile ilişkilerinin düzelmesi bu süreçten sonra başladı. İsrail, 2006’da güvenlik gerekçesi ile Lübnan’ın güneyini işgal için bir fırsat olarak gördü. Ancak İran ve Suriye destekli Hizbullah’a karşı hezimete uğradı. Yukarıdaki haberler doğru ise, İsrail’in Hizbullah’tan kurtulmak için 2011 yılına kadar Suriye ile anlaşmaya çalıştığı görülmektedir.
ABD işgali İran’a yaradı
2003’deki ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgali İran ile ABD arasındaki ilişkileri gerginleştirdi. Körfez Güvenliği ve Hürmüz Kanalı’nın kapanması olasılığı ABD ve Batı’yı ciddi anlamda endişelendirdi. Ancak ABD ve İngiltere askerlerinin 2008’de Irak’tan çekilmesi sonrasında, İran, Şiiler üzerindeki etki alanını genişletti. Bu durum Bahreyn, Kuveyt, BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi Batı yanlısı monarşileri büyük bir korkuya sevk etti. Bu korku aslında bölgeyi yüzyılı aşkın bir zamandır sömüren Amerikan ve İngiliz şirketlerine aitti. İran’ın Hürmüz’ü kapatması senaryoları onları alternatif güzergâhlar aramaya yönlendirdi. En uygun güzergâh olarak aksi istikametteki doğu Akdeniz seçildi. Çünkü burada güvenebilecekleri İsrail vardı. Suudi Arabistan’ın yarımadadaki eski boru hatları süratle onarılmaya başlandı. Bu jeopolitik karmaşa devam ederken 2009 yılında İsrail karasuları ve Münhasır Ekonomik Bölgesinde zengin petrol ve doğal gaz yatakları bulundu. Bu yataklar, Gazze Şeridi, Lübnan ve Suriye’yi de içine alıyordu. Dünya medeniyetinin merkezi iki bin yıl sonra yeniden başka bir merkez olarak yeniden doğuyordu. Akdeniz böylece tabanındaki enerji kaynakları ile birlikte dünyanın enerji merkezi haline gelecekti. Bu arada İran, Irak, Suriye ve Çin, 2010 Temmuz ayında İran ve Irak enerji kaynaklarının doğu Akdeniz’e akıtılmasını sağlayacak kendi boru hatları için anlaşmaya vardılar. Bu projenin fizibilitesi vardı. Çünkü Doğu Akdeniz’e kadar teritoriyal bir bütünlük sağlanıyordu. Oysa ABD ve İngiliz şirketlerinin boru hatlarının doğu Akdeniz’e ulaşmasına Suriye izin vermiyordu. Bu durumda Suriye’de Batı projesine izin verecek bir yönetim değişikliği gerekiyordu. Ayrıca Suriye aynı tarihte karasuları ve Münhasır Ekonomik Bölgesindeki enerji araştırma, çıkarma ve işletme haklarını Rusya’ya vermişti. Sanırım, bugün iç savaşa varan Suriye’deki karışıkları tasarlayanları, İsrail’in ABD - İran nükleer anlaşmasına sürekli ve sert biçimde karşı çıktığını, Rusya’nın Suriye’ye neden fiili askeri destek verdiğini anlamak daha kolaylaşmıştır.
Özetle bugün Suriye ve Irak’ta hiçbir hukuki dayanak olmadan askeri operasyonları yapan; Rusya, İsrail, İran, Suudi Arabistan, Katar, ABD, Danimarka, Hollanda, Ürdün, Fransa, Almanya İŞID, PKK, PYD, ÖSO, Nusra, El Kaide, Peşmerge gibi legal ve illegal aktörler bu merkezde söz sahibi olmak için çarpışıyorlar. Bu rekabette kaçınılmaz olan tek sonuç var. O da Irak ve Suriye’nin parçalara ayrılacağıdır.
İstenen ve beklenen hedefler
Dört yılı aşan Suriye’deki iç savaş ve buna eklemlenen IŞID gerçeği ışığında, ülkelerin Suriye üzerinde çatışan veya birleşen temel siyasi stratejik hedeflerini özetleyelim;
İsrail: İran’dan, Irak – Suriye-Lübnan üzerinden İsrail’e ulaşan Şii zincirini kırmak
Suudi Arabistan: Suriye’de Sünni bir yönetimi başa geçirmek
Rusya: Suriye’deki mevcut durumu korumak, mümkün olamazsa, Suriye kıyı şeridinde kurulacak yeni Suriye’de mutlaka kalıcı bir üs sağlamak.
İran: Suriye’deki mevcut durumu korumak, İsrail’e kadar uzanan etki alanını devam ettirmek
ABD: Rusya ve Türkiye’nin Suriye’de toprak kazanımlarını engellemek, İran’ın Suriye’deki etkisini azaltmak, Rusya ve Türkiye’nin olası işbirliği ve ortaklığını önlemek
Türkiye: Parçalanan Suriye’de PKK ve türevlerinin etkin hale gelmesini önlemek, yeni Suriye’de nüfuz alanı kazanmak
Yukarıdaki siyasi hedeflere bakıldığında dolaylı olarak İsrail ve Suudi Arabistan’ın siyasi hedeflerinin ilginç bir şekilde birleştiği görülmektedir. Rusya ve İran’ın da aynı hedefi paylaşmasına rağmen, Rusya gibi Suriye’de kalıcı bir hedefe ulaşması zor gözüküyor. ABD ve Rusya IŞİD’le mücadele parantezinde birleşmelerine rağmen, bölgedeki jeopolitik çıkarları çatışmaktadır. ABD, Ukrayna Krizindeki itibar kaybı sonrasında Suriye’de de Rusya ile karşı karşıya gelmiş durumdadır. ABD, IŞİD’le mücadele ettiği sürece Rusya’ya göz yumacak gibi gözükmektedir. Ancak Rusya’nın bölgede kalıcı bir statü kazanması ABD için ikinci bir Kırım olayı olacaktır. ABD yönüyle, Rusya’nın bölgedeki durumu zamana bırakılmış bir izlenim vermektedir. Rusya’nın Akdeniz’deki son tutunma noktası olan ( Tartus Deniz Üssü, Lazkiye Hava Üssü) Suriye’den vazgeçmesi halinde yakın gelecekte yeni bir Kırım Savaşı ile karşılaşabilecektir. Obama iklim konferansı sonrası yaptığı açıklamada Suriye sorunu ile ilgili olarak Rus planı olan Viyana sürecine atıf yapmış, ancak Esat’ın Suriye’yi tekrar bir araya getiremeyeceğini vurgulamıştır. Süreç sonunda parçalanması kaçınılmaz olan Suriye’de Rusya’nın mutlaka söz hakkı olacaktır. Rusya’nın bölgesel ve küresel çıkarları yönüyle Akdeniz’de bulunması hayatidir. Rusya doğu Akdeniz’de yeni bir Kaliningrad yaratırsa Ortadoğu daha istikrarlı olabilir.
Türkiye –Rusya ilişkileri nereye varacak?
Suriye sorununda Türkiye ile Rusya’nın politika ve stratejileri taban tabana zıttır. Ancak ortak çıkarlar vardı. Bunlar koordine edilerek uygun bir işbirliği zemini yaratılabilirdi. Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesi aslında Türkiye için bazı fırsatlar yaratmıştı. Özellikle ABD’nin yanaşmadığı Kürt koridorunun ve PKK yanlısı Kürt gruplarının engellenmesi, Bayır Bucak Türkmenlerinin hedef alınmaması konuları görüşülebilirdi. Bilemiyoruz, belki de görüşülmüştür ve ondan sonra bir misilleme olarak Rus uçağı düşürülmüştür. Her neyse, Rus uçağının düşürülmesinden sonra süreç süratle tırmanıyor. Bu süreçte Türkiye’ye ABD, NATO ve diğer Batılı ülkeler siyasi destek veriyorlar. Ancak yarın daha ciddi bir durum olursa bu desteğin sözde kalma olasılığı çok yüksek. Aslında Türkiye – Rusya ilişkilerinin bozulması ve hatta kalıcı bir krize dönüşmesi ABD’nin en büyük tercihi olacaktır. Çünkü ABD ve Batı Ukrayna krizi sonrası kaybedilen Kırım’ı geri alma hedefini sürdürmektedir. Bu hedefe ancak Karadeniz’de serbestçe ve limitsiz bir güç bulundurmakla ve gerektiğinde bir askeri harekâtla ulaşılabilir. Bu nedenle hem Boğazları kontrol eden hem de Karadeniz’de en geniş cepheye sahip Türkiye’nin desteği bu harekâtın olmazsa olmazıdır. Kanaatimce Rusya – Türkiye ilişkilerinin bozulmasından memnunluk duyanlar ve bunu sürdürmesi için Türkiye’yi cesaretlendirenlere kanılmamalıdır. Bu aşamada Rusya’nın veya Türkiye’nin ne kadar haklı olup olmadığı önemli değildir. Rusya’nın da duygusal hareket edip bu işte hiç dahli olmayan Türk ve Rus vatandaşlarını cezalandırmaya hakkı yoktur. Diğer taraftan Suriye krizi çözüldüğünde Rusya’nın İngilizlerin Kıbrıs’taki Agratur ve Dikelya üslerine benzer şekilde Türkiye ile komşu olacağı düşünülürse, ABD ve NATO’nun Rusya’nın Suriye’den çıkarılması için yine Türkiye’ye hayati derecede ihtiyaçları olacaktır.
Son Söz
Bütün bu değerlendirmeler, çıkarlara dayalı jeopolitik ölçütler ışığında yüksek çatışma olasılığına göre yapılmıştır. Bölgemizde yüz yıllardır devam eden karışıklık ve çatışma ortamı bizleri o kadar etkilemiş ki, olumlu düşünme yetimizi de kaybettik. Ortadoğu öyle bir noktaya getirildi ki, ülkeler ne için olduğunu unutmuş bir şekilde birbirleri ile çatışıyorlar. Bilgisizlik ve bağnazlık Ortadoğu’da Batı’nın kullandığı en ucuz ve sonuç alıcı vasıtadır. İslam inancı tarihin hiçbir çağında iktidar ve güç uğruna bu kadar yaygın bir çatışmaya vesile olmamıştı. En büyük ihtiyacımızın Atatürk gibi liderler olduğuna inanıyorum. Umarım en kısa zamanda çıkar.
ViraHaber.com