“Nefes” filmiyle ilk kez sinemada çıktı karşımıza. Daha sonra Fatmagül’ün saf ve temiz kalpli balıkçı komşusu Emre olarak evlerimize konuk oldu. “Küçüklüğümden beri iki hayalim vardı. Birisi tiyatro, diğeri de denizci olmaktı” diyor Emre Yetim. Deniz tutkusu ağır basınca 1997 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nin sınavlarına girmiş, ancak mülakat aşamasını geçemeyince yönünü tiyatroya çevirmiş. 8 yıldır profesyonel olarak yaptığı tiyatroya sinema ve dizi oyunculuğunu da ekleyen Emre Yetim, denizci olamamış belki ama denizle bağını hiçbir zaman koparmamış. Önce üniversite yıllarında amatör denizcilik belgesi almış, sonrasında yat kaptanlığı ehliyeti ile denizci kimliğini profesyonel olarak tescillemiş.
Fatmagül’ün Suçu Ne dizisinde balıkçı Emre karakteri olarak tanıdık sizi. Emre Yetim kimdir? Tiyatroya ilginiz nasıl başladı? Kısaca anlatır mısınız?
İstanbul’da doğdum ve büyüdüm. Öğrenciliğim sırasında biraz ailemin yönlendirmesi biraz da kendi ilgim olduğu için sahneye çıkma isteğim vardı. Ailem çocukken tiyatroya götürürdü. Hatta bir oyunda seyirciler arasından bir çocuk çıkmış sahneye. Ondan sonra ben de tiyatrocu olmak istiyorum demişim. Bunu dediğim zaman 6-7 yaşlarındaymışım. O zamanlar Fatih’de oturuyorduk. Fatih Belediyesi’nin tiyatro kursuna göndermişlerdi beni. Tabii o zaman ben bilinçli değildim, neyin ne olduğunun pek de farkında değildim. Benim için onlar bir oyundu, hevesti. Liseyi Pertevniyal Anadolu Lisesi’nde okudum. Lisede tiyatro ile ilgilenmeye devam ettim. Tiyatroları takip etmeye, tiyatro ile ilgili kitapları okumaya çalıştım. Aslında iki tane amacım vardı. İkisi de birbirine eş sevdiğim alanlar; birincisi tiyatrocu olmak, ikincisi de denizci olmak. Böyle bir hayalim vardı.
Denizci olma isteği nereden geliyor?
Bu tamamıyla benim denize olan sevgimle ilgili bir şey. Ailemde denizci yok aslında, öyle bir gelenek de yok. Sadece dedemin bir ara gemilerde çalıştığını biliyorum. Küçükken dedeme neler olduğunu anlattırırdım. Hoşuma giderdi o hikayeleri dinlemek. Her zaman denize bir ilgim olmuştu. 1997 yılında Kuleli Askeri Lisesi sınavlarına girdim. Hala bilmiyorum niye alınmadığımı… Daha sonra Anadolu Lisesi sınavlarında Ziya Kalkavan Anadolu Denizcilik Meslek Lisesi’ni yazdım ama benim puanım biraz yüksekti. Orayı seçseydim, okulun puanları yükselecekti. Ben de Pertevniyal Lisesi’ni seçtim. Güzel bir okul dönemi geçirdim. Beni seven ve destekleyen edebiyat hocam Emine Topal ideallerim doğrultusunda gitmem için bana çok büyük destek verdi. Halen de hem arayarak hem de görüşerek devam ediyor destek vermeye. Biraz da onun bende açtığı yolla beraber bu tiyatro sevdasının peşine düştüm.
Deniz lisesine giremeyince yönünüzü tiyatroya doğru çevirmişsiniz sanki…
Benim kafamda iki ihtimal vardı. Açıkçası başka bir ihtimal düşünmüyordum. Hatta Kuleli Askeri Lisesi mülakatını yapan subay, ne ile ilgilendiğimi sormuştu. Ben de, “Tiyatro ile ilgileniyorum, tiyatroyu seviyorum deyince subay, “Buraya girersen tiyatro yapamazsın” demişti. Ben de, “Sevdiğimiz şeyler için başka şeyleri feda etmemiz gerekir” demiştim. Evet, o zaman öyle dedim, tiyatroyu feda etmedim ama bu sefer de denizcilik feda olmuş oldu. Gerçi denizle de bağımı koparmadım.
Tiyatroda eğitim sürecinde kimlerden eğitim aldınız?
Lise bitince, Haliç Üniversitesi Konservatuarı’na girdim. Hocalarım Müşfik Kenter ve Kadriye Kenter’di. Başka çok değerli hocalarımız da vardı. Konservatuarda dört yıl boyunca yoğun bir tiyatro eğitimi aldım. Bu eğitim sırasında “Galata Performans” özel tiyatrosu ile “Ve Diğer Şeyler Topluluğu”nda “Son Dünya” adlı oyun ile profesyonel tiyatro yaşamım başlamış oldu. Bu oyunla aslında gerçek sahne ve seyirci ile buluştum. Sahne nedir, oyuncu nedir, oyunculuk nedir gibi bunların pratiğini yapma şansım oldu. Konservatuar bitince özel Dot Tiyatrosu’na girdim. Yaklaşık üç yıl da Dot Tiyatrosu’nda çeşitli oyunlarda oyuncu ve proje asistanı olarak çalıştım. Dot Tiyatrosu, Türkiye’nin en iyi özel tiyatrolarından birisi. Orada çok şey öğrendim. Tiyatronun Genel Sanat Yönetmeni Murat Daltaban’ın benim üzerimde çok emeği vardır. Beraber çalıştığımız ekip de çok iyi bir ekipti. Genelde genç oyuncuların kendilerini gösterebilmek ve geliştirebilmek için fırsat bulma sıkıntıları oluyor. Dot Tiyatrosu, ekip olarak yönetmenden oyuncusuna doğru eleştiri yapmayı bilen bir ekip olduğu için ben orada kendimi çok geliştirdim, kendime başka bir perspektiften bakabilmeyi öğrendim. Burada tiyatro yaparken aynı zamanda televizyon ve sinema görüşmelerine de gidiyordum.
Sinemaya ve televizyona geçişiniz nasıl oldu peki?
Aslında çevremdeki arkadaşlarım ve sinema okuyan arkadaşlarımla birlikte yaptığımız yaklaşık 10’a yakın kısa filmde oynadım. Bunlardan bazıları Cannes Film Festivali, İstanbul Film Festivali, Antalya Altın Portakal Film Festivali gibi ulusal ve uluslararası festivallerde gösterilmiş, ödül almış kısa filmler. Bu filmlerde sinema, ekran, perde pratiği yapma şansım oldu. Dot Tiyatrosu’nda da oynarken sektördeki insanların beni izleme, tanıma şansları oldu. O sıralarda 21-22 yaşlarındaydım.
2008 yılında “Nefes-Vatan Sağolsun” filminde oynadım. Nefes filmi değişik bir maceraydı benim için. Çekimleri de biraz zorluydu. Antalya’da Elmalı’da Tahtalı Dağı denilen bir bölgede film için plato yapıldı. Aracın çıkmadığı, sadece teleferikle ulaşılan bir yerdi burası. Çekimler öncesinde İstanbul Halkalı’da üç ay boyunca askeri eğitim aldık. Ziraat Okulu koğuşa dönüştürüldü. Üç ay boyunca yatılıp kalkıldı, yatakhane, kamuflajlar yapıldı. Bir tek silahımız eksikti. Nöbet bile tutuluyordu. Ben o sırada okula gittiğim için sürekli orada kalmadım, arada gittim ama geri kalan ekip üç ay boyunca orada kaldı. Bu süre boyunca temel askeri eğitim aldık emekli askerlerden. Zaten filmin danışmanı ve senaristi de bir subaydı.
Bu filmde yönetmen Levent Semerci ile çalıştık. Hem izlediğimde hem de çalıştığım zaman çok keyif aldığım bir yönetmen Levent Semerci. Akıllı ve zeki bir insan. Ben filmin bir kısmında vardım, filmin ilk şehit düşen askeriydim aslında. O da biraz okul dolayısıyla eğitimimi aksatmamak için yönetmenle aldığımız ortak bir karardı. Filmin tamamında olmadığım için filmi sinemada izledim. Hatta sabah 11 seansına gitmiştim, sinemada da kimse yoktu. Tek başıma olmanın da verdiği rahatlıkla izlemiştim filmi.
Herhangi birisini alıp bir askeri oynatabilirsiniz ama onun o soğukta ne kadar kaldığını, uykusuz kaldığını, ne kadar ayakta durduğunu, ne kadar yorulduğunu anlamak için belki yaşamak gerekmiyor ama biz yaşadık ve böyle bir film çıktı ortaya. Nefes benim için önemli bir film oldu. Aslında ben başka bir film için görüşmeye gitmiştim, çok uzun zaman geri dönüş olmadı o görüşmeden. Sonra hiç beklemediğim bir anda çıktı Nefes filmi. Tabii 20’li yaşlarımda o zor koşullarda çalışmak ve pratik yapmak benim için değişik bir deneyimdi.
Biraz da “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisini konuşalım. Emre rolünü nasıl aldınız?
O sıralar “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisinin oyuncu seçmeleri yapılıyordu. Ben o dönemde bir ajansa bağlı değildim ama görüştüğüm bir ajans vardı. Şu anda da onlarla çalışıyorum; Rende Güner’in ajansı. Yapım şirketleri dizi çekiminden önce çok geniş araştırma yapıyorlar. Benim görüştüğüm ajans da dizinin cast direktörlüğünü yapıyordu. Benimle de deneme çekimi yaptılar. Aslında ben diğer roller için gitmiştim görüşmeye. Onlar Erdoğan rolünü oynayacak oyuncuyu arıyorlardı. Hatta dizide Erdoğan’ı oynayan arkadaşla deneme çekiminde beraber sahne oynamıştık. Çekimlerden sonra yaşımın rol için biraz genç olduğunu söylediler ama beni çok beğenmişler. Hatta dizide Murat Daltaban da oynuyordu; ona “Deneme çekimlerinde Emre’yi çok beğendik. Dizide ona rol yazacağız” demişler. Sonra, benim için yazılmadı ama karakterin isminin Emre olması biraz da onunla alakalı.
O işte benim için bir şans oldu. Beklemediğim bir anda sonradan bir karakter çıktı. Saf ve temiz bir çocuktu. Biraz fazla güvenen, insanları kendisi gibi düşünen, duygularıyla hareket eden bir çocuktu. O rol insanların da dikkatini çekmiş. Samimi aslında. Görebileceğimiz, yaşayabileceğimiz, günlük hayatta karşımıza çıkabilecek bir kişi. Ben de keyif alarak oynadım. Birinci sezonun sonunda “Bizim Yenge” dizisine başlama durumum oldu. Askere gönderdiler beni ve “Bizim Yenge” dizine geçtim. Dizi bitince de yine tiyatroda çalışmaya devam ettim. Sonra tekrar Fatmagül’ün Suçu Ne?’de oynamaya başladım. İkinci sezonda askerden döndüm ama çatışmada yaralanmış olarak… Fatmagül’ün Suçu Ne benim için özel bir proje oldu. Aslında beni seyirciyle, geniş kitlelerle buluşturan proje diyebilirim. Senaristinden yapımcısına ve yönetmenine kadar tüm ekibe müteşekkirim. Çok yoğun çalışıyorduk ama çok mutluydum.
Hepsini deneyimlediniz. Tiyatro mu, ekran mı, sinema mı daha ağır basıyor?
Aslında hepsi bir oyunculuk ve hepsi bir oyuncunun işi. Oyuncu kişi bunların hepsini yapar. Herhangi birisi herhangi birinden daha önemli ya da daha önemsiz olamaz. Çünkü çalıştığın rolle, karakterle bir ilişki kuruyorsun. O ilişkiyi ne kadar sağlam, ne kadar derin, o karakteri ne kadar anlayıp aktarmaya çalışırsan o kadar başarılı olunduğunu düşünüyorum. Buna tiyatroda da, televizyonda da, sinemada da bu şekilde yaklaşmak gerekir. Aynı ciddiyetle ve titizlikle…
Oyunculuk çocukluğumdan itibaren düşündüğüm meslekti ama eğitim alırken düşündüğümden çok farklı olduğunu gördüm. Ben daha basit bir şey olarak düşünüyordum oyunculuğu… İçine girdikçe çok daha fazla emek gerektirdiğini gördüm. Oyuncu olmak isteyen gençlerle konuşurken bu işin çok fazla emek, çok fazla disiplin ve çok fazla özveri gerektirdiğini söylüyorum. Çok yoğun ve zor bir eğitim süreci gerektiren bir iş aslında.
Tiyatroda yeni bir oyun gündemde mi?
Evet. Bu sezon İkinci Kat tiyatrosunda Barselo isimli bir oyunda oynadım fakat sağlık sebeplerinden ötürü oyuna devam edemedim. Şu anda bir arkadaşımla dönüşümlü olarak devam ediyorum.
Bir taraftan da Plato Meslek Yüksek Okulu’nda “temel oyunculuk atölyesi” eğitimlerini yürüteceğim. 8 haftalık bir eğitim olacak. Oyunculukla tanışmak isteyen ya da kendini tanımak isteyen, kendine, dünyaya başka bir açıdan bakmak isteyenler için bir alıştırma olacak temel oyunculuk atölyesi. Herkese açık bir kurs olacak Şu anda kursun hazırlıklarını yapıyorum. Aynı zamanda kendi eğitimim de sürüyor. Haliç Üniversitesi’nde tiyatroda yüksek lisansı yapıyorum. Tiyatro sezonu kapanmak üzere. Önümde somut bir iş yok ama düşündüğüm, aklımda olan işler ve konuştuğum arkadaşlarım var. Televizyonda yeni sezon genelde eylül ayında başlıyor ama bu yıl biraz farklı. Ramazan ayının yaza denk gelmesi ve yaz dizileri nedeniyle yaz ayları da hareketli olacak. Benim de duyduğum projeler var.
Sizi yakın zamanda ekranda görebilecek miyiz?
Kanal D’de yeni başlayan Galip Derviş dizisinin 7’nci bölümünde konuk oyuncu olarak yer aldım. Monk dizisinin yerli uyarlaması. En yakın proje olarak onu söyleyebilirim. Televizyonla ilgili düşündüğüm, görüştüğüm bir takım projeler var ama hiçbiri net değil. Ben daha çok sinemada çalışmak istiyorum. Daha doğrusu oyunculuk yapmak istiyorum ve sinema özel bir alan, kendi büyüsü var. Ama kendi çevremde yönetmen olan arkadaşlarımın bir takım projeleri var. Arkadaşım oldukları için akıllarına, tavırlarına, düşüncelerine güveniyorum. Onlarla çalışmayı istiyorum. Orta vadede onlarla düşündüğümüz projeler var. Senaryolar geliştirme aşamasında şu an.
Yüzünüz çok alışılmış bir yüz değil. Biraz Avrupai bir tipiniz var. Aslen nerelisiniz?
Ben doğma büyüme İstanbulluyum. Annem Rizeli, babam da Tuncelili. Ekşi Sözlük’te benimle ilgili şöyle bir yorum yapmışlar; “Yüzüne ilk bakışta sıradan geliyor ama sonradan baktıkça anlam kazanıyor.” Tabii açık tenli olmam dolayısıyla klasik bir tip değilim. Hatta beni İngiliz asıllı oyuncu Damian Watcyn Lewis’e benzetiyorlar. Birçok filmin yanı sıra Life ve Homland adlı epey dikkat çekici dizilerde oynamış başarılı bir oyuncu.
Oyunculukta bir idolünüz var mı?
Benim amacım oyuncu olarak kendimin olabileceği en iyi oyuncu olabilmek. Yani biriyle ya da bir yerle kıyaslamak değil. O anlamda da tabii ki çok ustam var hem tiyatro dünyasında, hem sinema dünyasında. Hepsinden feyz alıyorum; hem yaptıkları işlerden hem de hayatlarından. Ama şu kişi benim idolümdür, olmak istediğim kişidir gibi bir tanımlamaya gitmedim. Türkiye’de de çok sevdiğim ve değer verdiğim kadın ve erkek oyuncular var.
Yabancı yapımlar veya yabancı dizilerde rol almak ister miydiniz?
Son dönemde özellikle bu Hollywood yapımlarının Türkiye’yi mekan olarak kullanmaya başlamasıyla Avrupa ve Hollywood yapımlarının ilgisi artmaya başladı. Buraya geldiklerinde de tabii ki Türk oyuncuları ile çalışmak istiyorlar veya çalışıyorlar. Geçtiğimiz sezon ben bir Alman filmi için görüşme yapmıştım ama olmadı. Çok isterim tabii uluslararası bir yapımda çalışmayı.
En son izlediğiniz film hangisi?
En son sinemada 2012 yapımı The Odd Life of Timothy Green filmini izledim.
Deniz sevginizde dedenizin etkisi de olmuş. Sizi çok etkileyen bir hatıranız var mı denizle ilgili?
Fatmagül’ün Suçu Ne dizisinde tesadüfen ben balıkçıyı oynadım. Dizide kullandığım küçük bir kayığım vardı. O kayık benim için sette duran bir kayıktı. Denizi sevdiğim için o kayıkla arada geziyordum. Settekiler şaşırıyordu benim o kayıkla gezmeme…
Ben Samatya’da doğdum, büyüdüm. Samatya’da bir şekilde hep denizin yanındaydım. Yazları da annemlerin Şarköy’de yazlığı vardı, oraya giderdik ve tüm yazı orada geçirirdik. Biraz da orada büyüdüm diyebilirim. Her gün sürekli denize girerdim, denizi çok seviyordum. 6-7 yaşımdan beri yüzüyorum. Dolayısıyla seyir ve gemi gibi denizle ilgili konulara çok merakım vardı. Biraz da o yüzden denizci olmayı istiyordum.
Üniversitedeyken amatör denizcilik belgesi aldım. Bizim okulda denizcilik kulübü vardı, o kulübe gittim ve amatör tekneleri kullanmak için o belgeyi aldım. Fatmagül’ün Suçu Ne dizisinde oynarken tiyatro çalışmalarımın olmadığı bir dönem oldu. O dönem özel bir denizcilik eğitim merkezinde dört ay profesyonel yat kaptanlığı için eğitimi aldım. Yat kaptanlığı ehliyeti için önce bu eğitimi alıp, sonrasında 7 farklı dersten sınavları geçmeniz gerekiyor. Bu dersleri geçerek o ehliyeti de aldım.
Sanki ileride yat alacakmışsınız gibi bir haliniz var. Doğru mu?
Tabii ki, yat almak isterim. Boad Show fuarlarına gidip gezmeyi seviyorum. Bu yıl sağlık sorunlarım nedeniyle gidemedim ama genelde takip ediyorum fuarları. Çok hoşuma gidiyor. Denizi daha etkin kullanmalıyız. Öyle bir şehirde yaşıyoruz ki İstanbul’un ortasından deniz geçiyor. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir şey bu. Çok özel bir şehir İstanbul…
DAKSAR gönüllüsü olduğunuzu duyduk. Nasıl başladı bu gönüllük?
DAKSAR gönüllüğü de yine Boat Show fuarında oldu. İki yıl önceki Boat Show fuarında DAKSAR’ın standına gittim, orada tanıştım bu dernekle. Daha önce internette görmüştüm ama bir fikrim yoktu. Nasıl çalıştıklarını, neler yaptıklarını gönüllülerle konuşarak öğrendim. Gönüllülerin yardımlaşma amacıyla bir araya geldiği, Türkiye’de pek fazla örneği olmayan bir sivil toplum kuruluşu DAKSAR. Denizciler Dayanışma Derneği’nin Denizde Arama Kurtarma Birliği projesi. Denizden ufka emniyet sloganıyla denizde acil yardıma ihtiyaç duyan herkese gönüllü yardım ediliyor. 3 tane bot, bir tane de palamar teknesi olan bir örgüt. Denizde güvenliğe çok önem veriyor. Ben DAKSAR’a girdiğimde hem görev almaktan hem de denize çıkmaktan çok keyif aldım. Hiçbir yerden maddi bir destek almıyor. İngiltere’de RNLI diye bir denizcilik kuruluşu var. Kraliçe’nin desteklediği bir kuruluş bu. 360’ın üzerinde istasyonu var. Onlar da gönüllü çalışıyorlar ama Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’nün botlarından büyük botları var.
DAKSAR da aslında Emekli Amiral Varol Atalay’ın RNLI’yı model alarak Türkiye’de oluşturduğu bir sivil toplum kuruluşu. 24 saat nöbet tutuluyor ve etki alanı Kalamış’tan 6 mil kadar. O 6 mil içinde en geç 20 dakikada kaza veya olay mahaline ulaşılıyor. Genellikle deniz trafiğinin fazla olduğu zamanlarda daha çok çağrı alıyoruz. Hayati tehlike olan olaylarda çok daha hızlı hareket ediliyor. RNLI’dan alınan iki tane hızlı botu var. Bugüne kadar belki iki binin üzerinde kurtarma operasyonunda bulunmuş DAKSAR. Birçoğunda gerçekten birçok insanı da zor durumdan kurtarmış. Çünkü deniz çok yalnız bir yer. İşler ters gittiğinde yardımınıza koşacak birine ihtiyaç duyuyorsunuz. Her zaman o ihtiyacı da karşılayamıyoruz maalesef. O anlamda Türkiye’de kamuya destek veren, kamu yararına çalışan bir kuruluş DAKSAR ve benim için özel bir yeri var.
Hakemlik kartım da var. Aynı zamanda Türkiye Yelken Federasyonu’nda hakemlik yapıyorum. Böylece deniz pratiği de yapmış oluyorum.
Türkiye deniz ülkesi ama deniz kültürü açısından çok da iyi durumda değiliz. Deniz kültürünün geliştirilmesi için sizce neler yapılmalı?
Denizciliği geliştirmek, deniz kültürünü geliştirmek için gençleri denize teşvik edici bir takım düzenlemeler yapılması, projeler üretilmesi gerekiyor. Denizlerle çevriliyiz ama deniz ülkesi değiliz. Hiçbir zaman denizle böyle bir bağ kuramıyoruz. Mesela bugün tekne bir lüks olarak görülüyor ama aslında tekne de bir otomobil gibi ulaşım aracı. Belki de çok daha fazla olması, özendirilmesi, kullanılması gereken bir araç. Türkiye gibi bir ülkede tekne sayısı çok çok az. Ben profesyonel denizciliğin yanı sıra amatör denizciliğin de gelişmesini istiyorum. Mesela, 90’lı yılların başında hatırlıyorum kayıklar vardı ama artık yoklar. Onlara bindiğim zaman çok keyif alırdım. Babam kayık kiralardı ve biz kürek çekerek gezerdik. Ama 70’li yıllarda buralarda hep kayık varmış. Artık yoklar. Maalesef kültür de değişiyor. Günümüzde insanlar artık hızlı gitmek istiyorlar, kayığa binip gezmek istemiyorlar. Zaman çok değerli ama devletin de deniz politikasını deniz kültürünü koruyacak şekilde şekillendirmesi lazım. Deniz imkanlarımızı değerlendirecek, inisiyatif alabilecek, denizi seven yöneticiler gerekiyor. Denizden para kazanan, deniz ticareti yapan kişilerin desteklemeleri gerekiyor.
Deniz sporlarıyla aranız nasıl?
Benim dalgıçlık brövem de var. O da benim zevk aldığım bir alan. Gemi adamı ehliyetim ile uluslararası gemilerde çalışabilirim. Ama mesleğim oyunculuk tabii ki. Belli mi olur belki bir gün Boğaz’da motoryat’ta görebilirsiniz beni. (Gülüyor.) Aslında uluslararası seyir yapmayı çok istiyorum. Tek başıma cesaret edemem ama belki bu süreç içerisinde denizciliğim de gelişirse neden olmasın. Bunun için deneyim ve pratik yapmak gerekiyor.
Yemek yapmayı seviyor musunuz? Mesela en çok sevdiğiniz deniz ürünü ne?
Yemek yapmayı seviyorum ama zamanım olmuyor maalesef. Şu anda ailemle yaşıyorum. Tabii annemin olduğu yerde ben yemek yapamıyorum. Yurtdışında da yaşadım uzun bir süre. O dönemde yemek yapmaya dikkat ediyordum. Fakat zamanla ilgili bir problem oluyor. Çünkü yemek yapmak özveri gerektiriyor ve zaman alıcı bir iş. Misafirlerim geleceği zaman yaptığım yemeklere çok özen gösteriyorum. Genellikle tavuk yemekleri konusunda iyiyimdir.
Dot Tiyatrosu’nda çalışırken bir dönem boks yaptım, bir oyun içindi aslında. Boks yaparken yağsız protein ve karbonhidrat almak gerekiyor. Yağsız protein için de tavukgöğsü en ideal yiyecek. Tavuk yemeye alıştım o dönem. O yüzden tavuğu seviyorum.
Kalamar, karides, ahtapot gibi deniz ürünlerinin hepsini seviyorum. Türkiye’de yok ama yurtdışına çıktığımda istiridyeyi de çok seviyorum. İlk kez İngiltere’de denedim istiridyeyi. Orada boyutlarına göre sokakta istiridye satıyor Uzakdoğulular. Istakoz biraz daha özel bir deniz ürünü. Onu yapacak restoran da önemli. Balık da pişiririm. Olta balıkçılığını küçükken yapıyordum ama İstanbul’da hiç yapmadım. Ona da vakit ve sabır gerekiyor.
Bilmediğimiz bir yönünüz var mı?
Müzikle de ilgileniyorum. Bağlama ve basgitar çalıyorum. Bir tiyatro oyununda canlı müzik grubumuz vardı. Çok da zevk alıyorum müzikten. Hala devam ediyorum. Hem dinlemeyi hem de müzik yapmayı seviyorum. Bazen kendi kendine çalıyorum, alıştırmalar yapıyorum ama düzenli olarak bir arkadaşımın stüdyosu var, orada çalışıyorum. Belki ilerde zamanım olursa öyle bir çalışma içine girebilirim.
Denizle ilgili eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Tekne ve yatların artık bir lüks olmaktan çıkarılması gerekiyor. Devlet bunu lüks olarak algılamamalı. Umarım Maliye Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı bu konuda bir işbirliği yaparlar. Böylece deniz kültürü de daha çok gelişir. Çünkü denizle iç içe olmuş bütün toplumlar uygarlığı daha erken yakalamış toplumlardır. Mesela, Türk yatlarına yabancı bayrak almak zorunda kalıyorlar. Bunlar bence çok önemli kayıp. Bir ülkenin gemi sayısı da o ülkenin gelişmişlik seviyesini gösterir. Türkiye’deki bazı zorluklar yüzünden başka bir ülkenin bayrağının taşınması beni rahatsız ediyor. Bu sorunların düzeltilmesi gerekiyor. Yat ve tekne ulaşılabilir olmalı. Tıpkı otomobil gibi tekne ve yatlar da ulaşım aracı olarak görülmeli. Şu anda amatör denizcilik yapmak isteyen orta halli bir insan bunu yapamıyor. Gerçi bizim Boğaz ve denizlerimiz biraz dalgalı ama Amsterdam’da teknesinde yaşayan, tekneyle dünyayı gezen insanlar gördüm.
Tekne ve yat yapımında çok iyiyiz. Kendi savaş gemimizi de yapabilir durumdayız. MİLGEM projesi buna örnek. Ama inşaat ve üretim alanındaki büyümenin kültür ve sektör alanında da olması gerekir. Denizcilik kültürünün kalıcı olması gerekir.
FOTOĞRAFLAR : AYŞEGÜL KÜÇÜKKURT
virahaber.com