Ortaçağ Karanlığı ve Ege’nin Mavi Denizi

HAKKI ŞEN

Medeniyetler Batı Anadolu’da Ege sahillerinden başlayarak, önce Akdeniz’e, sonra da bütün dünyaya yayıldı. Bütün medeniyetler denizlerin kıyısında gelişti ve yerkürenin masmavi sularında yol alarak, bütün kıtalara yayıldı. Medeniyetler her zaman deniz kıyısını mesken tutmuştur.  Çünkü deniz; yaşamı, hayal kurmayı kolay kılar. Hayatta her şey, bir mavi hayal ile başlar. Denizin mavisi, hayallerin rengi olur. Mavi hayaller rüzgar ile savrulurken, bir deniz sevdası düşer yüreğe, kendini ona sıkı sıkı bağlar, orada rüzgarlarla büyür. Bir gün o deniz sevdası, istiridyesine sığmayan kocaman bir inci, yepyeni bir hayatın tanımı olur. İşte o tutkunun adı, “Mavi Vurgun”dur. Deniz; ulaşımı, iletişimi kolay kılar. Tüm o büyük kültürler, denize kavuşan suların kenarında, Ege’nin çevresinde gelişmiş ve dünyanın bütün kıyılarına serpilmiştir.

 

Ortaçağ olarak adlandırdığımız o simsiyah toz bulutları Avrupa’nın üstüne çöktüğü dönemde batı dünyası, denizlerin sadece yüzde yedisini kullanıyordu. İşte bu dönemde Avrupa denizlerinin kıyılarını; kızgın kerpetenler, çivili sandalyeler, büyük huniler, parmakları sıkıştıran mengeneler, ölüm askıları süslüyordu. Tüm bunlar Kavimler Göçü ile başlayıp İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethine kadar geçen dönemde, özellikle Rönesans öncesinde, sadece siyasi muhaliflerini susturmak ve sindirmek için totaliter rejimlerin kullandığı zindan aksesuarları değildi. Bu işkence aletleri bir dönem, Katolik Kilisesi'nin vazgeçilmez yardımcılarıydı ve Engizisyon Mahkemelerinin utanç dolu sayfasını oluşturuyordu. Bu dönemde deniz ürünleri bile, Avrupa’nın sadece kıyı bölgelerinde tüketilirdi. Diğer hayvan etlerine göre daha az değer verilmesine ve yalnızca oruç günlerinde sığır eti yerine alternatif olarak tüketilmesine rağmen, deniz ürünleri kıyı illerinin geçiminde dayanak noktasıydı. Orta Çağ toplumlarına göre balina ve domuz balıkları da dâhil olmak üzere, tam olarak karada yaşamayan her canlı bir "balık" idi. Pullu kuyruğu ve suda çok vakit geçirmesiyle tanınan kunduzlar ve nereye göç ettiklerinin bilinmemesinden dolayı kazlar da, birer balık olarak kabul edilirdi. Bu hayvanların da Hıristiyan inancına göre, diğer etlerin yenmediği oruç günlerinde tüketilmesi kabul edilirdi.

 

Bu dönemde denizi kendine mesken edinmiş denizciler, Avrupa’nın karanlık denizlerinde batıp gitmek yerine, masmavi dünyanın engin ufuklarına doğru kürek çekmeyi tercih ettiler. Kilise baskısına girmeyen Vikingler, Keşifler Çağı’ndan çok önce, 9. yüzyılda küçük tekneleriyle denize açılarak İzlanda’yı buldular ve daha sonra Kuzey Amerika kıyılarına kadar ulaşmayı başardılar. Bir başka önemli gelişme; 1270 ve 1280’lerde Marco Polo’nun yaptığı yolculuğun yarattığı heyecandı. Uzak ülkeler hakkında bilgi edinme isteği, haritaların satışını da artırmıştı. Ayrıca Marco Polo’nun deneyimleri, yolculuk ve keşif yapma dürtüsünü geliştirerek, Keşifler Çağı’nı başlatan en önemli etkenlerden biri olmuştur.

 

Avrupa’da insanlık karanlık denizlerde kaybolup giderken; Anadolu topraklarında Mevlana, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Taptuk Emre’ler ışık yayıyorlardı. Ege kıyılarında ise keşifler ve yeni buluşlar devam ediyordu. Tayfalar; o kabına sığmaz Ege Denizi’ni uysallaştırmış, yeni keşiflere yelken açıyorlardı. Vira’nın bu sayısında size özellikle okumanızı önerdiğim Nejat Tarakçı’nın kaleme aldığı, “Dünya Denizlerine Stratejik Bakış” makalesindeki şu cümleler çok önemli: “Deniz; zayıflık, korku ve cehaletin amansız düşmanı olduğu kadar kuvvet, enerji ve bilginin itaatli bir esiri ve serveti, tükenmek bilmeyen ebedi bir sömürgesidir. Bu hudutsuz altın kaynağı, dünya kurulduğundan beri kapılarını herkese açmış ise de, herkes ondan bilgisi ve bu bilgiye dayanan cesaret ve kudreti kadar faydalanabilmiştir. Topraktaki bütün madenler gibi, denizdeki servet de ilk bakışta göze çarpmaz; onu görmek ve bilerek işlemek ve işletmek gerekir”.

 

Anadolu’da zaman zaman denizcilik faaliyetleri kesintiye uğrasa da, denizcilerimiz dünyanın yedi denizinde medeniyetlerin izlerini sürmeye devam ediyor. Denizciler, Antik çağlardan günümüze değin gelen deniz kültürümüzü, evrensel deniz kültürüyle harmanlayıp sahip çıkıyorlar. Çünkü mavi düştür, mavi özgürlüktür, mavi uçsuz bucaksız okyanuslara başını alıp gitme isteğidir.

 

Şairin dediği gibi; “… Bu deniz Ege Denizi, efendi deniz, sen kulaç attıkça patiska bir çarşaf gibi yırtılıyor ortadan…”. İlk kulaç… İşte bütün mesele o ilk kulacı atabilmekte. Gerisi su gibi gelecek, içinizde koca bir denize dönüşecektir. Pruvanız neta, rüzgarınız kolayına, yelkenleriniz dolu olsun. Düşleriniz hep mavi olsun. Hem de öyle bir mavi vurgun ki; gökyüzünden renk çalan, aldığını geri bırakmayan, gitmeyi özleten, yaşam enerjisi veren, kiminin ekmek teknesi, kiminin dizelerini süsleyen… En önemlisi en kötü zamanınızda bile feneriniz hiç sönmesin…