2K Denizcilik’in yönetim kurulu başkanı Ufuk Erkan doğma büyüme İstanbullu. İstanbul’un eski halini çok iyi hatırlayan ve o günleri özleyen Ufuk Erkan, denizi ve balığı çok seviyor. İstanbul’da balığın bol olduğu zamanlarda nasıl balık tuttuklarını anlatan Erkan, zamanında balığın hasını yediklerini söylemeden geçemiyor. Denizle Salacak Plajı’nda tanışan Ufuk Erkan, denizden hiçbir zaman kopmamış. Bugün de balık tutan ve yüzmeyi seven Erkan, denizcilik sektörüne arkadaşları sayesinde girmiş. Şirketi ile önemli projelere imza atan Ertan için para hep ikinci planda kalmış. En önem verdiği konunun eğitim olduğunu vurgulayan ve bu konuda hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan 2K Denizcilik Yönetim Kurulu Başkanı Ufuk Erkan ile hem denizi, hem de denizciliği konuştuk.
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Denizcilik sektörüne nasıl girdiniz?
Üsküdar doğumluyum, ama Kadıköy’de büyüdüm. Önce Üsküdar’da Hattat İsmail Hakkı İlköğretim Okulu’nda, sonra Beylerbeyi Ortaokulu’nda okudum. Ardından annem Kabataş Lisesi’ne gönderdi. Tabii daha sonra çalışmam, hayata atılmam icap etti. O zaman İktisat Fakültesi vardı, bir sene orada okudum ama ekonomik durumumuz iyi olmadığı için çalışmam gerekiyordu, okulu bırakmak zorunda kaldım. İnsanı etkileyen şeyler var hayatta. İktisat Fakültesi’ni bitirmiş bir arkadaşım vardı mahallede. “500 lira maaş alıyorum” dedi. Babam da 300 lira alıyordu. Üniversite bitirmiş biri eninde sonunda 500 lira maaş alıyor diye düşündüm. O zamanlar para lazımdı, pantolon yok, gömlek yok. İleriyi düşünmüyorsun zaten. İşte o sırada otelcilik mesleğine başladım. Allah rahmet eylesin hocam Necmettim Bayramoğlu beni yanına aldı. Annem bir mektup yazmış beni yanına alması için. Bana otelde üç buçuk ay tuvalet temizlettiler. Daha sonra otelin her şeyini öğrendim, öyle güzel günlerdi ki… Yılmaz Güney’i, Nebahat Çehre’yi orada gördüm. Otelcilik çok güzeldi. 1970’e kadar orada kaldım, sonra ayrıldım. Ardından askere gittim. Askere giderken oğlum dünyaya geldi, döndüğümde oğlum Kerem bir buçuk yaşına gelmişti.
Denizcilik sektörüne girmeye nasıl karar verdiniz?
Askerden dönünce ne iş yapacağımızı düşünürken bir arkadaşım vasıtasıyla plastik piyasasına girdim. 1978 senesinde bir arkadaşım, “Birlikte denizcilik sektöründe çalışalım” diye bir öneride bulundu. Denizcilik sektörü bilmediğim bir sektördü, o arkadaşımın yanında Karaköy’de işi öğrenmeye başladım. 1991 senesine kadar birlikte çalıştık. Brokerlik, acentelik yaptık. O zamanlar henüz Gümrük Birliği’ne girmemiştik. Güzel zamanlardı, İspanya’dan haftada 3-4 gemi ile çalışıyorduk. Ekseri yabancı gemilerle çalışıyorduk. Ardından 1988’de Amerika’ya gittik, yerleştik, çocuklar orada okudular. 1991’de Türkiye’ye döndüm. Daha önce çalıştığım Kudret Öztoprak, birlikte bir şeyler yapmayı önerdi. Bunun üzerine 1991’de Koşuyolu’nda birlikte çalışmaya başladık. Sonra aramıza Necmettin Kocataş da katıldı. O da, eski çalıştığım bir arkadaşımdı. O arada enteresan bir adam çıktı ortaya. O dönemde iş yoktu, iş arıyorduk, zaten yeni kurmuştuk şirketi. Kardeşim Rusya’dan dönerken, bir adam bir kart vermiş, ortak olmak için Türkiye’de bir denizcilik şirketi arıyormuş. Kardeşim de benim kartımı vermiş. Adamla görüştük, “İliçevsk Limanı benden sorulur, hemen ortak bir şirket kuralım” dedi. Adam ertesi sabah geldi. Benim tahminim, verdiğimiz paralarla deri ceket almıştı. 10 valiz vardı, 7 valizi aldı, 3’ü kaldı. Adam bir daha da gözükmedi. Tabii onu bulmak için İliçevsk Limanı’na gittik. Adamı bulamadık, ama o seneden sonra Rusya’da kaldık. Rusya’dan çıkan Ciner’in, Çalık’ın 150 bin ton pamuğunun ticaretini yaptık. Her işte bir hayır vardır derler ya, doğruymuş. Telefon yok, hiçbir cihaz yok Rusya’yla konuşacak. Buradan gemi gidiyor, kaptandan bile haber yok. Ama bir şekilde Rus piyasasına girmiş olduk. Ondan sonra Ruslarla çok iş yaptık. Bir ara sigorta acenteliği yapmaya başladık. Teknolojinin ilerlemesiyle 2009’un sonundan itibaren lojistiğe döndük. Proje yükü taşımaya başladık. Kazakistan, Afganistan ve Rusya ile çalışmalar yapıyoruz. Kış aylarında oturuyor, yaz aylarında çalışıyoruz. Şimdi Afrika’yı düşünüyoruz. Onun çalışmalarını yürütüyoruz. Piyasanın durumu malum… Ama değişik bir iş yaptığımızdan dolayı pek sıkıntı çekmiyoruz. Normal masraflarımızı karşılayacak durumdayız. İleride daha iyi mi olur, kötü mü olur bilemiyorum?
Siz aslında denize kıyısı olan semtlerde büyümüşsünüz. Nasıl tanıştınız denizle?
Denizle Salacak Plajı’nda tanıştım. Salacak’tan denize girer, Kız Kulesi’ne kadar yüzer, dönerdik. Birisi vardı, adam Haliç Tersanesi’nde rektifiye işçisiydi. Nereden nereye… Pervaneleri rektifiye ederdi, ben de onun yanına giderdim, hatta annem eve geç gittiğim için kızardı, ona da söylenirdi. O da “Hanım, armatör geldi 5 lira verdi gemisi yetişecekmiş” derdi. Annem de, “iki gün kalsın, ne olacak?” diye cevap verirdi. O zamanlar bilmiyorduk ki, bir gemi iki gün kalırsa neler olur…
İstanbul’un güzel semtlerinde geçmiş çocukluğunuz. Bugün dönüp baktığınızda neler değişti İstanbul’da?
Mukayese kabul etmez, öyle çok şey değişti ki… Bizim evde hastalık olduğu zaman yemekler gelirdi ya da mahallede biri hasta olduğu vakit çorbalar, yemekler giderdi. Sabah kahvaltıda peynirler paylaşılırdı. Birçok işçi evi bir aradaydı ve hep birlikte imeceyle tüm komşular birleşir pikniğe giderdik. Hatırlıyorum sabaha karşı dörtte çıkardık yola, sabah dokuzda piknik alanında olurduk. Beş saatte giderdik Şile’ye. Bazen de Çamlıca’ya gider, şu anda villaların olduğu yerde piknik yapardık. Çok daha güzeldi hayatımız…
O dönemde denizi daha fazla mı kullanıyorduk?
Öncelikle o zamanlar deniz temizdi. Dolayısıyla yüzme ya da balık tüketimi anlamında durum çok daha iyiydi tabii. İstavrit, izmarit her dakika bulabileceğimiz balıklardı. Üsküdar iskelesine balıkçı kayığı yanaşırdı, mevsimine göre palamut, lüfer ne varsa alırdık. Yani bir işçi çocuğu olarak balığı o zamanlar daha çok yerdik. 300 liralık bir işçi ailesinin maaşıyla pirzolayı ayda bir kere yerdik, ama balığı haftada iki kere tüketirdik. İstanbul’da hemen her yerde denize girilirdi o zamanlar. Öncelikle söylemeliyim ki, denizi doldurmak, denizi kirletmek anlamına geliyor. Yani dolgu oksijeni alıyor, balık da kalmıyor. Eskiden dalyan kurulurdu Fenerbahçe’de. Dalyandan kalkan aldığımızı bilirim. Mezgitin yüzüne bakmazdık, zarganalar vardı. Adanın etrafında sepet attığımızda, muhakkak iki tane ıstakoz alırdık. Moda’da oturduğumuz zaman gördük ki Rumlar hem balık tutmayı, hem de pişirmeyi çok iyi biliyorlar. Şimdilerde restorana gittiğimizde fener kavurma yapıyorlar, içinde bol mantar, domates oluyor. Biz o zaman bunu yemezdik. Büyük Kulüp’ün orada balık tutardık, özellikle de lüfer… Balığın hasını yedik zamanında… Eskiden hatırlıyorum vapurlarda birinci mevki, ikinci mevki, bir de arkada 30 kuruşluk lüks mevki vardı. Ben Kabataş Lisesi’nde okudum, saat 08:10 vapuruyla karşıya geçerdik. Çok güzeldi. Lüks mevkide oturan insanlar hiç değişmezdi. Orada oturmak bir ayrıcalık, bir özellikti. O zamanlar vapurun bir ağırlığı vardı. Diğer taraftan bakıyorum mesela Rusya’da her demir yolunun dibinde bir liman var. Bizde demir yolu ağı yok. Limanlarımızın olduğu yerlerde mutlaka tren yoluna ihtiyaç var. Bu konuda zaten son dönemde bakanlık tarafından önemli çalışmalar yapılıyor.
İstanbul’da hiç deniz görmemiş çocuklar, insanlar yaşıyor. Sizce denizci ülke olmak için ne yapmak lazım?
Geçenlerde televizyonda gördüm. Anadolu’dan gelmiş bir aile vardı, kadın 19 senedir İstanbul’da yaşıyor ama geldiği günden beri denizi görmemiş. Deniz bir kültürdür. İstanbul aldığı göç nedeniyle eskiden var olan kültürde bir değişiklik yaşandı. Bu konuda aile çok önemlidir… Torunlarımı okul tatil olduğu gün Kalamış’a yelkene götürüyorum. Gidin denizi görün diyorum. Yüzmeye, balık tutmaya da götürüyorum. Çünkü bu zevki bir kere aldılar mı arkası gelir.
Şimdilerde sizin denizle ilişkiniz nasıl?
Balık tutuyorum. Tuzla’da ufak bir motorumuz var. Hafta sonu tekneyle çıkıp çapari atıyoruz. Yüzmeyi seviyorum. Eskiden dalıp midye çıkarırdım, midye dolması yapardık. Vaniköy’de iri midyeler çıkarıyor, izmarit yakalıyorduk. Her hafta sonu lüfere çıkardık. Fenerimizi, ızgaramızı alırdık. Şimdilerde dalmıyorum artık ama balık tutmaya devam ediyorum.
2K Denizcilik, sektörün iyi firmalarından biri olarak dikkat çekiyor. Son zamanlarda denizciliği bilmeyen birçok insan sektöre girdi ve sıkıntılar yaşandı. Hem kendi işinizle ilgili hem de bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Mesela ben armatör olamam, çünkü gemiden anlamıyorum. Eğer ben armatör olursam kim ne derse onu denemek zorunda kalırım. Bilmediğimiz bir işe girdiğimiz zaman zorlanırız. Minibüsçü iki minibüsünü satıp gemi alırsa, o banka da ona kredi verirse o bankaya da acımamak lazım. Panama’ya gittiğimizde, bir sigorta şirketinde bilgisayardan Türkiye’deki firmaları gösterdiler ve “Sizin sigorta uygulamanız yanlış” dediler. Neden dedik. “Siz ilk olarak geminin yaşını soruyorsunuz. Oysa gemiyi işleten önemlidir, yaşı değil dediler”. Zaten istikrarsız bir piyasadayız. Gemi dışarıdan kolay gözüken bir olaydır ama işler hiç de öyle değil. 30 yaşındaki gemiyle hiçbir şey yapamazsınız. Bizler hizmetkarız, hamalız bizi herkes öyle görüyor. Biz bu hizmeti verirken, kaliteli vermek zorundayız. Önce hizmet, sonra para… Çözüm, hizmet ve para. Bu şekilde ilerlediğinizde sıkıntı çekmiyorsunuz. Müşteri arıyor ve “Gemi neden iki gün geç geldi?” diye soruyor. Hava koşulları kötüdür, gemi gecikmiştir. Mesela bizim kahvaltılarımız meşhurdur. Müşterilerimizi çağırıyoruz, ağırlıyoruz, telefonda değil yüz yüze konuyu anlatıyoruz. Müşterimizi dinleriz. Yapabileceklerimizi de sonuna kadar yaparız. Dikkat edin son zamanlarda denizcilik firmalarının web sayfalarına. Bir denizci firmasının yapmadığı iş yok. Kumanya veriyor, pervane yapıyor, motoru düzeltiyor, gemi yağlıyor, Amerika’ya, Çin’e gidiyor. Yapamazsınız. Tabii ki bir işin her şeyini bilmekte fayda vardır, ama her şeyi yapacağım diye de bir şey yok. Bir şeyin aynı kalabilmesi için birçok şeyin değişmesi lazım. Çözüm, hizmet ve para. Bunları kafamıza yerleştirip ticarete bakarsak, sıkıntı çekmeyiz diye düşünüyorum.
Denizciliğe girmek isteyenlere ne önerirsiniz?
Benimle çalışan stajyer arkadaşlarım var. Hiçbir şey bilmeden geliyorlar. Onlara hem maaş veriyorum, hem de eğitiyorum. Birinci nasihat, işte ayırım yok. Çay da, kahve de getirilebilir. Buradan başlayacaksın ticarete. Ben iki sene okul okudum, masada oturayım derseniz, o gün mesleğinizi değiştireceksiniz. Burada biz bir aileyiz, herkes her işi yapacak. Dil bilmiyorlar diye hoca tuttum, haftada iki gün üçer saat bütün personele ders verdiriyorum. Personelin eğitimi çok önemlidir bizim için. Bir armatör gibi çalışmıyoruz, daha içine kapalı ve daha eğitici çalışıyoruz. Bizde para her zaman ikinci plandadır.
Son olarak Vira Dergisi 9 yıldır bu sektörün içinde, bir anlamda sizin de elinizde büyüdü. Dergimizle ilgili bir değerlendirme yapar mısınız?
Buraya çok gazeteci gelir. Hepsine şunu söylemişimdir; Türkiye’de denizcilik üzerine tek bir mecmua vardır, o da Vira’dır. Bu da genel yayın yönetmeni olarak Hakkı Şen’in 14-15 yıllık ilişkisinin sonucudur. Ben Hürriyet’in bile sadece manşetine bakarım, ama senin mecmuan geldiğinde sonuna kadar okurum. Her biri ayrı bir değerdir. Yazarlar da öyle. Ben her zaman Vira’ya başarılar diliyorum. Vira’nın bugünkü yerinin bu olmadığını da düşünüyorum. Vira gibi Türkiye’de mecmua çıkmadı. Vira çok daha iyi yerlere gelecektir, el birliğiyle tabii ki. Bizim de basına yardım etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.
virahaber.com