Beni tanıyanlar, bu başlığı okuduklarında inanıyorum ki dehşete kapılacaklardır. Muhtemelen şöyle düşüneceklerdir; bol bol sektörde yaşanan krizin haberlerini yaptığı için, dili sürçtü diye düşünebilirler. Kimse meraklanmasın yazının başlığında, sektörde yaşanan krizden dolayı bir dil sürçmesi yaşamıyorum, eşref ve meşrep saatini de henüz karıştırmadım, aksine bu başlığı taammüden koydum. Bu başlığı aslında güzel Türkçemizin nasıl katledildiğine ilişkin itirazımı belirtmek için koydum.
Üstat Cemil Meriç şöyle der: "Kamusa uzanan eller namusa uzanır; dil de bir milletin namusudur!" Toprağın bol olsun üstat ne güzel de söylemişsin. Peki, bu güzel Türkçemiz ne oldu da bu hale geldi? Son yıllarda toplumumuzdaki yabacı dil özentisi giderek yaygınlaşmaya başladı. Yabancı kelimeler artık caddelerimizi, kitaplarımızı, gazetelerimizi, dergilerimizi, televizyonlarımızı işgal eder hale geldi. Yabancı dile hiç mi hiç itirazım yok, tam tersi bu acımasız küresel rekabetin yaşandığı bir ortamda, gençlerimizin bir değil birkaç dil bilmeleri son derece önemli. Sorun bu güzel dilimizi yok etmeyelim, yabancı dillere kurban etmeyelim.
Küreselleşme uğruna hiçbir Avrupa ülkesi ana dilinden taviz vermiyor. Özellikle bu konuda çok tutucu davranıyorlar. AB ülkelerinin ürünlerine yabancı isim vermediklerini, tabelalarında yabancı isim kullanmadıklarını, dillerine büyük özen gösterdiklerini hepimiz biliyoruz artık. Ülkemizde ise son yıllarda büyük bir hızla, yabancı isim kullanan işyerlerinin sayısı artıyor.
Türkçe, tarih içinde kazandığı bütün incelikleri ve ses zenginliklerini geride bırakmıştır. Artık konuştuğumuz Halid Ziya’ların, Hamdullah Suphi’lerin âhenkli Türkçesi değil, ağzımızda geveleyip kekelediğimiz bir Türkçedir. Maalesef! Üniversitede okuyan öğrencilerimiz, Mehmet Akif’i, Tevfik Fikret’i, Ömer Seyfeddin’i anlayamayacak durumdadır.
Şu zavallı merkez kelimesinin başına gelenlere bakalım birlikte. Şehir merkezi “centrum” olmuş. Her yer maşallah “center” den geçilmiyor. Eskiden Büyükşehirlerde vardı, şimdi küçücük kasabalara da yayıldı. Halı center, güzellik center, müzik center, kebap center v.b.
Superler, starlar, super starlar, megalar, hiperler, onlineler, offlineler ve daha niceleri hayatımızın her anını işgal etti. Bizim mahallenin zavallı Kanaat Bakkaliyesi Nuri dayı inatla tabelayı değiştirmedi. O hala ben ayaktayım güler yüzümle, veresiye defterimle, akide şekerlerimle, tabelamla diyor. Ne oldu bizim “basın” kelimesine? Basın kelimesinin ne suçu vardı da alkışlarla yerine “media (medya)” kelimesini getirdik? Bizim bazı harflerimiz var bir kenarda ağlayıp dururlar. Mesela “Ş” ve “Ç” harfleri bunlardan ikisi. A,B,C, D şıkları olur da neden Ç şıkkı olmaz? Paşayı pasha, çileği chilek yazmanın mantığı nedir?
Yok yok değişiyoruz, fena halde değişiyoruz, Türkçenin canına okuya okuya değiştiriyoruz. Dildeki yozlaşmaya yol açan nedenlerin başında kitle iletişim araçları gelmektedir. Radyo ve televizyonlardaki genç sunucularımızın güzelim İstanbul Türkçesini bırakıp da Amerikan aksanıyla yeni bir Türkçe yaratma çabalarını düşünmeli ve sorgulamalıyız.
Bir dostumuzun yaptığı araştırmaya göre gelin hep birlikte yıllar Türkçeden neler almış götürmüş, daha da Türkçemizin başına neler gelecek hep birlikte bir göz atalım.
1960’lı yıllarda; “Karşıma âniden çıkınca ziyâdesiyle şaşakaldım. Nasıl bir edâ takınacağıma hükûm veremedim, âdetâ vecde geldim. Buna mukabil az bir müddet sonra kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni fevkalâde rahatlatan bir tebessüm vardı. Üstümü başımı toparladım, kendinden emin bir sesle ‘akşam-ı şerifleriniz hayrolsun’ dedim.”
1970’li yıllarda; “Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım. Ne yapacağıma karar veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Ama çok geçmeden kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni rahatlatan bir gülümseme vardı. Üstüme çeki düzen verdim, kendinden emin bir sesle 'iyi akşamlar' dedim."
1980’li yıllarda; "Karşıma âniden çıkınca fevkalâde şaşırdım.. Nitekim ne yapacağıma hükûm veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Amma ve lâkin kısa bir süre sonra kendime gelir gibi oldum, nitekim yüzünde beni ferahlatan bir tebessüm vardı.. Üstüme çeki düzen verdim, kendinden emin bir sesle 'hayırlı akşamlar' dedim.."
1990’lı yıllarda; "Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım. Fenâ hâlde kal geldi yâni. Ama bu iş bizi bozar dedim. Baktım o da bana bakıyor, bu iş tamamdır dedim. Manitayı tavlamak için doğruldum, artistik bir sesle 'selâm' dedim."
2000’li yıllarda; "Âbi onu karşımda öyle görünce çüş falan oldum yâni. Oğlum bu iş bizi kasar dedim, fena göçeriz dedim, enjoy durumları yâni. Ama concon muyum ki ben, baktım ki o da bana kesik. Sarıl oğlum dedim, bu manita senin. 'Hav ar yu yavrum?’”
2020’li yıllarda muhtemelen şöyle konuşulacak; "Ven ay vaz si hör, ben çok yâni öyle işte birden. Off, ay dont nov âbi yaa. Ama o da bana öyle baktı, if so âşık len bu manita. 'Hay beybi..'"
Her konuda olduğu gibi iletişimin de kendine özgü kural ve kaideleri vardır, bunlara uyulmadığı takdirde iletişim kazalarına maruz kalırız. Bu kuralların başında iletişimi otomatizmden kurtarmak ve bilinçli bir eyleme dönüştürmek gelir. Bu konudaki farkındalığımız; araştırma, öğrenme ve bilgilenme ile artmaktadır. Kavram olarak iletişim; simgeler aracılığı ile bilgilerin, düşüncelerin, duyguların biriktirilip aktarılmasının ve alışverişinin ortak ve değişik zaman ve mekan boyutlarda gerçekleştirilmesidir. Hem de hiç zaman kaybetmeden. Değil mi ‘Kankalar?’ Aman kimselere kal gelmesin, sevgiyle kalın…