Yalnızlık sezgilerin sisleri gömülmesidir. Dikkatsizliktir. Yalnızlık, zihin karışıklığıdır… Bir çocukluk hastalığı, bir gençlik saplantısıdır… Hayatta göremediğini düşlerde de yoksaymaktır…
Yorgunluğun koynunda gizlenen inatçı ve yanlış bilgilerdir yalnızlık…
Lisede edebiyat öğretmenim çok ünlü ve çok yetenekli bir şair olduğu gibi, aynı zamanda dinleyenleri büyüleyen karizmatik bir konuşmacıydı… Öylesine çok şey bilirdi ki utancımdam gözlerine bakamazdım. Ama hepsinden önemlisi gerçek bir ilericiydi. Özgürlüğü ve eşitlik düşünü anlatırken bedenini coşkuyla titrer, kollarını iki yana açar, sanki dalgalı bir denizde cesurca yüzüyormuş gibi yapardı.
Hedeflerini ve yaptıklarını öylesine geniş bir alana yaymıştı ki çevremizde bizleri heyecanlandıran, şaşırtan ya da kaygılandıran ne varsa gelip onda toplanırdı… Ama o yine her zaman ki gibi, sanki bizim hiç göremediğimiz çok uzak bir yerdeki, çok uzak bir zamandaki güneşli düş ülkesini görüyormuşçasına, o andaki durumu gayet dingin ve bilge tavırla, dahası hiç düşünmediğimiz bir şekilde yorumlardı… İşte en çok böyle anlarda ezilirdim. Kendime küçük düşerdim. Özgürlüğün ve eşitliğin olduğu güneş ülkesini gören öğretmenim kendini rahatça kanıtlarken, ben yaşımın ve güçsüzlüğümün çarmıhına gerilir ve orada yapayalnız kalırdım.
Çünkü ben çarmıhımda beklerken güneş ülkesine sadece onu hak eden, öğretmenimiz gibi mükemmel insanlar girecekti… İçimde arayışlar, sisli yollar, çaresizlikler birikirken, bir gün öğretmenimizin hastalandığı haberi geldi. Grip olmuş. Hem bir ihtiyacı var mı, diye sormak, hem de mükemmel bir insan nasıl hasta olur, diye merak ettiğim için evine gittim. Kimseye söylemedim, çünkü mükemmel bir insanın önünde herhangi biri olarak kalmaktansa ona biraz daha yaklaşıp yetersizliğimle daha açık hesaplaşmak istiyordum… Çok ayrıntısına girmek istemiyorum. O gün üç şey beni yaraladı, umutsuzluğa düşürdü… Öğretmenime geçmiş olsun, demek için salonda bekliyordum. Karşımda ise, bana kapıyı açan, öğretmenimle birlikte yaşadığı yaşlı annesi oturuyordu ve habire tesbih çekiyordu. Öğretmenimin odasında bir arkadaşı varmış, o da benim gibi geçmiş olsuna gelmiş. Bir ara sıkıldım ve yüzümü yıkamak istedim. Banyoya giderken açık bir kapıdan titrek, telaşlı, ateşli seslerin geldiğini duydum. Bir an durdum ve dinlemeye başladım.
Hadi seviş benimle… Bu öğretmenimin sesiydi… Beynim alev alev yanıyordu, neye uğradığımı şaşırmıştım. Ama ne tuhaf ki içimden bir başka ses, böyle bir şey duyacağını çok önceden düşünmemiş miydin, niye böyle şaşırıyorsun, diyordu gizli bir alayla. Ve ardından odadaki kadının sesi geldi:
Hayır, ısrar etme artık, kaç defa söyledim, istemiyorum. Sen benim dostumsun ve öyle kalmanı istiyorum. Hem biri duyacak, rezil olacağız… Sesi aynı şeyleri tekrar tekrar söylemekten bıkkın ve gergindi. Öğretmenim üsteliyor: Ama bak hata ediyorsun. Ben ünlü bir şairim. Birçok kadın benimle olmak için can atıyor. Ve sen beni reddediyorsun… Belli ki bu tartışma sürüp gidecekti. Daha fazla dinleyemedim. Banyoya girdim ve yüzümü yıkarken kafamdan: Mükemmel insan öyle mi… Seviş benimle… Vay be… Birçok kadın benimle olmak için can atıyor… Düş ülkesi… Özgürlük denizinde korkusuzca yüzdüklerini iddia edenlerin iç yüzü… Gibi kısa, kesik cümleler geçiyordu…
İkincisi ise kapı zilinin çalmasıyla başladı. Yaşlı anne açtı kapıyı… Kapıcı yakıt makbuzu getirmiş. Para topluyor. Annenin üzerinde para yok. Çekinerek oğlunun odasının kapısını tıklattı. Oğlu, yani öğretmenim, yani mükemmel insan, odadan dışarı çıktı. Makbuzu aldı annesinin elinden. Birden rengi attı ve kapıcıya bağırmaya başladı: Ne bu ya, her aidata yakıta zam. Ödeyemiyorum, söyle yöneticiye istiyorsa mahkemeye versin… Kapıcı çekingen: Bana bağırmayın, ne yapabilirim ki, gibisinden birşeyler söylemeye çalıştı… Ve kapı sertçe kapandı… Mükemmel insan elinde makbuzla salona girdi ve bir anda beni gördü… O andaki bakışını hiç unutmayacağım. Bakışında sanki beni artık yaşımın ve güçsüzlüğümün çarmıhına geremeyeceğinin düşkırıklığı vardı…
Bu bakışta yakaladığım ifade belki de o yoksul kapıcıya haksız yere bağırmasından daha çok yaralamıştı beni… Kendisini toparladıktan sonra: Hoş geldin, görüyorsun, hasta hasta böyle işlerle uğraşıyoruz işte, deyip aceleyle elimi sıktı…
Üçüncü yıkımım ise, o benden biraz izin isteyip, içerde kendisini bekleyen arkadaşının yanına, odasına gittikten sonra, kütüphanesini görmeye karar verdiğimde oldu… Hiçbir zaman bu kadar çok kitabı birarada göreceğimi hayal edemezdim. Hepsini okumuş muydu acaba? Ben bugün başlasam ne kadar zamanda bu kadar kitabı okuyabilirdim? Saatleri günlerle çarpıyordum, ama durum pek umutlu gözükmüyordu… Biraz önce gevşiyen çarmıhın ipleri tekrar gerilmeye başlamıştı. İpler canımı acıtınca yakınmaya başlıyordum yine: Peki, bu kadar çok kitabı okuduysa niye böyle davranıyordu insanlara… Demek sadece okumak ve güzel konuşmak yetmiyordu… Düş ülkesini görür gibi yapmak yetmiyordu…
O gün çok yaralanmış, çok hayal kırıklığına uğramıştım, ama aynı zamanda içimde garip bir hafiflik, tuhaf bir kayıtsızlık da vardı…
Yaralanmıştım, ama herşeyi görmüştüm… Bu yüzden kayıtsızlık hakkımdı!.. Herşeyi görmüştüm bu yüzden bütün düşleri kirletme hakkına sahiptim!..
Hemen anlatmıyordum. Arkadaşlarımın öğretmenimiz hakkında birşeyler söylemesini, onu övmelerini bekliyordum. Herkes birşeyler söyledikten sonra, ben kendimi güçlükle tutuyor ve anlamlı susuyordum. Öyle bir susuyordum ki benim çok şey bildiğim ve gördüğüm hemen anlaşılıyordu… Çok ısrar etmelerini beklemiyordum… Hayal kırıklığına uğramış ve yaralanmış bir ifadeyle: Bizim o mükemmel insan sandığımız öğretmenimiz var ya, hani şu ünlü şair, büyük hatip… Diyerek başlıyordum anlatmaya… Ve sonra bu böyle sürdü gitti… Nerede bir mükemmel insan görsem önce onun çarmıhına geriliyor, sonra da açık hesaplaşmak için dünyasına giriyor ve orada gördüklerimi onu mükemmel sanan insanlara anlatmayı sürdürüyordum… Aslında içten içe yıkılan düşler benim gizli ve mahcup düşlerimi besliyordu… Bir süre sonra artık itiraf etmekten çekinmiyordum: Gizliden gizliye mükemmel insan olmaya hazırlıyordum kendimi… Ama beni çarmıha gerenler gibi olmayacaktım. Düş ülkesini görmeden görür gibi yapmayacaktım… Zaaflarımın üstesinden gelecektim. İrademe her zaman hakim olacaktım…
Mükemmel insan olmayı gerçekten istedim mi, tam olarak bilmiyordum. Ama olamazdım…
Aslında bu hayatta mükemmel insan diye bir şey olmadığını sonradan anladım…
Ama mutlaka mükemmel insan düşü olmalıydı… İçinde özgürlük düşleri, anlayış, sezgiler, yeni sorular ve hep değişme açık bir mükemmellik… Benimkisi bir çocukluk, bir gençlik hastalığıydı. Mükemmel sanılan insanları gizli bir zevkle karalarken aslında mükemmel insan olma düşünü karalıyordum… Aslında başkaları ve kendim için o güneşli düş ülkesini reddediyordum…
Ama artık anlamıştım ki benim ve birçoğumuzun yaşadığı bu derin, bu onarılmaz yalnızlığın nedeni mükemmel insan düşünü gördüğümüz yerde kirletme arzumuzdan kaynaklanıyordu…
Çünkü yalnızlık düşsüz olmaktır… Düş kuramamaktır… Yalnızlık sezgilerin sislere gömülmesidir… Bir zihin karışıklığıdır… Bir çocukluk hastalığı, bir gençlik saplantısıdır…
Yalnızlık yorgunluğunun kollarında gizlenen inatçı ve yanlış bilgilerdir…