Olcay Büyüktaş’ın gazetecilik mesleğine başlama hikâyesi nasıldır?
Ben İstanbul Üniversitesi’nde felsefe okudum. O sıralar sınıfımızda Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışan arkadaşlarımız vardı. Metin Hakyeri, Mehmet Celep ve Kürşat Güzey... Bir kısmı düzeltme servisinde, Metin de istihbaratta çalışıyordu. Daha sonra bende medya sektöründe çalışmaya başladığımda bu sektörde yalnız bizim sınıftan değil, bizim dönemden de epeyce isim gördüm... Meğer bizim bölümün sevdiği bir alanmış bu... Ama asıl etkili olan faktör sanırım Füsun Saka’nın hastalık derecesinde gazeteci olma arzusuydu. Yani okul bitip de iş aramaya başladığımızda -ki çoğumuz yaz tatillerinde çalışıyorduk- bulduğumuz işlerde bu yöndeydi. Tabi işler biraz daha ciddiye binince tanışıklıklar etkili olmaya başladı. Füsun, hemen o sıralar Murat Belge’nin başında olduğu Gelişim Yayınları’ndan çıkan Gündem Dergisi’nde işe başladı. Diğer arkadaşların da tanıdıkları, arkadaşlıkları olmuştu artık... Kısacası artık gazete işi ile ilgili bir çevre vardı. Macera da böyle başladı. Böylece çeşitli yerlerde çalışmaya başladım.
Ülkemizde hemen hemen her şey gibi gazetecilik, habercilik ve televizyonculuk da hızlı bir değişim içinde. Medyanın günümüzdeki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben ağırlıklı olarak ekonomide çalıştığım için sert değişimi biraz daha yavaş yaşadım. Ama genel olarak artık medyanın eski etkinliğinin kalmadığı, sektörün siyasi iktidarla ilişkisinin hiç bir dönem olmadığı kadar belirgin hale geldiği, artık pek çok yöneticinin, gazeteci gibi değil danışman gibi çalıştığı bir dönemde yaşıyoruz. Çoğunluğu oluşturan ve yandaş diye tabir edilen bir kısım medya, yelpazenin ortasında gibi görünen ama belli koşullarda var olmalarına izin verilen yayınlar – Buralarda da hala gazetecilik ilkeleri ve vicdanlarıyla vedalaşmamış ve bu nedenle de hakkının yenmemesi gereken isimleri unutmamak gerekir- bir de küçük de olsa muhalefet yapan yayınlar var. Diğer yandan sektör teknolojik olarak okura daha hızlı ulaşan bir sektör. Gerçi internet haberciliğinin artmasıyla yanlış da olsa haber ekrana düştüğü andan itibaren pek çok site de ama aynı cümleler ve hatta aynı yazım hatalarıyla verilmeye başlandı. Hızlı olmak, haberi erken vermek her şeyin önüne geçmiş gibi. Oysa ben hala okurun geç de olsa daha doğru ve ayrıntılı haberi tercih edeceğini düşünen dinozorlardanım. Ayrıca sektördeki çalışma koşullarının sıkıntılarının da her geçen gün arttığını düşünüyorum. İzin günlerinin azlığından, çalışma saatlerine, sendikal örgütlenmenin sağlanamamasından, habercilerin mesleki deformasyonuna kadar bir dizi nokta söz konusu.
Genelde gazetecilik mesleğinin bir kadın olarak zor olduğu dile getirilir. Siz bu zorluğu hiç yaşadınız mı?
Bu durum gazetede hangi işin yapıldığıyla ilgili bence. Tabi ki çocuk olduğunda gece toplantıları izlemek, şehir dışı ve yurt dışı işleri organize etmek daha zor bir hal alıyor. Ama kadın olmanın avantaj sağladığı durumlar da yok değil... Kadınların daha konuşkan, karşısındakiyle daha kolay empati kurabilen canlılar olduğunu düşündüğümden, sordukları sorulara daha kolay yanıt aldıklarını, daha doğrusu soruyu nasıl sorarsa yanıt alabileceğini hissettiğini, konuşmak için karşısındakine daha fazla güven verdiğini düşünüyorum. Çalıştığım kurumlarda pek ayrımcı bir durum yaşamadım. Ama genel olarak çocuk olduğunda doğum izni, süt izin gibi izinlerin sorun olabileceğini düşünüyorum. Zira Cumhuriyet’te olmasam muhtemelen üst üste iki çocuk sahibi olmak daha zor olabilirdi. Bu açıdan bizim kurum bence takdire şayan...
Yaptığınız ve unutamadığınız bir haberi bizimle paylaşabilir misiniz?
Ayrıntılarını veremeyeceğimi ama 1996’da Barometre’deyken gümrüklerde rüşvet çarkının nasıl döndüğünü anlatan bir haber yapmıştık. Güzeldi.
Nasıl biridir Olcay Büyüktaş, yaşama hangi pencereden bakar?
Nasıl anlatayım ki, insan büyüdükçe hayata bakışı pek değişmiyor ama daha serinkanlı, daha anlayışlı, daha duyarlı ve geniş bir açıdan bakmayı öğreniyor. İş hayatında da, özel hayatımda da adalet ve vicdan önemli bir yer tuttu. Belki bana her zaman adil davranılmadı, ama ben adil olmaya çalışıyorum. Adalet duygusunun yıpratılmasının insanı mutsuz ettiğini, yıprattığını düşünüyorum. Olaylara ve insanlara eşit mesafeden bakmaya, bir işte olumlu yanları görmeye ve öne çıkarmaya çalışırım. Riyakarlığı sevmem, affetmem. Ve vefasızlığı... Haklı bulduğum bir şeyi sonuna kadar savunurum. Ama karşımdakini de dinlerim hemen olmasa da daha sonra mutlaka üstüne düşünürüm. Dostluğa ve vefaya değer veririm. Yıllarımı alsa da bir dostu kaybetmemek için uğraşırım.
Peki, ya deniz ne ifade eder sizin için? Nedir Mavi’nin hayatınızdaki parçası?
Mavi hayatımda o kadar özeldir ki, kızımın adı Mavi Deniz’dir. Önce oğlum oldu. Mavi; bana kendimi iyi hissettirmesi, bütün sıkıntılarımı uzaklaştırması filan bir yana bir de hani özgürlük, eşitlik, kardeşlikten gelen özgürlüğün mavisi olarak oğlumun adını koymak istedim ama arkadaşlar, ‘kızım kim bilecek mavi özgürlüktür diye, mavi bizim buralarda oğlanı bozar’ diyip vazgeçirdiler ama kızım olunca bu fırsatı kaçırmadım. Evet, mavi bana hayatımda hep iyi gelen bir şey... Bir renkten öte, beni rehabilite eden bir şey... Ve tabi mavi olunca insanın aklına hemen deniz geliyor ama mavi, deniz olmadan da beni rehabilite eden bir şeydir...
Sizce ülkemiz denizine ne kadar önem veriyor?
Tabi ki güzel olan, fark edilmesi gereken, özenilmesi gereken pek çok şey gibi ülkemizde denizler de hak ettiği ilgiden mahrum. Hani hep derler ya ülkenin üç yanı deniz ama bir deniz bakanlığı yok. Gerçi bizde bakanlık olsa ne olacak onu da bilmiyorum. Çünkü konut yapmakla ünlü insanları biz çevre bakanı yapıyoruz...
Peki, ya denizimizdeki canlıların hızlıca yok olmasını nasıl engelleyeceğiz?
Bu da biraz önce söylediğimiz gibi. Aslında işin özü bir bilinç yaratmakla ilgili tabi. Yani bir deniz bilinci, kültürü... Ama bunun da kısa sürede yaratılması zor zor görülüyor. Alınan önlemlerin gerekliliğinin anlatılması, benimsetilmesi için ciddi bir uğraş gerekiyor. Ama ben yine de iyimserim. Özellikle lüfer olayından sonra...
Deniz yolculuğu yapmayı sever misiniz? Geçmişte böyle bir yolculuğa çıktınız mı ya da gelecek planlarınız arasında var mı?
Çıkmadım. Ama hayalim ve gelecek planlarım içinde yer alıyor. Bir mavi yolculuk bir de yakın ülkeleri de ziyaret edebileceğim bir deniz yolculuğu planlarım arasında...
Ülkemizde sahilini, denizini en çok sevdiğiniz yer neresidir? Ve neden sevdiğinizi anlatabilir misiniz?
Kaş, Marmaris ve Burhaniye Ören en sevdiğim yerler... Her birinin de önemi büyük benim için... Ancak en sık gittiğimiz hatta son sekiz yıldır her yıl gittiğimiz Burhaniye Ören, artık ciddi bir alışkanlık yarattı. Beni en çok çeken sakin bir yer olmasının ötesinde suyun insanı kendine getiren soğukluğu... Bu soğukluğa öyle alıştım ki Antalya’da filan artık giremiyorum denize... Su deniz gibi gelmiyor...
Bir kadın olarak deniz ürünlerinizin sofranızdaki yeri nedir? Var mı size has deniz ürünleriyle ilgili özel bir tarifiniz?
Memlekette o kadar güzel yemek yapılıyor ki... Benim yaratıcılığıma gerek kalmıyor. Balığın her türünü ve adı bilinen böcekleri pek severim. Bulduğum her fırsatta da yerim...
Denizle ilgili anılarınızdan bir tanesini anlatabilir misiniz?
Yıllar evvel, rahmetli Feridun Aksın’la bir yelkenli macerası... Barometre’den birkaç arkadaşı davet etti, ‘Yelkenli ile Heybeliada’ya gidelim, biraz yüzer, bir şeyler yer geliriz’ diye konuşuldu. Bostancı’da buluştuk. Feridun Bey’in yelkenlisine bindik, yüzme bilmeyenlerimiz bile vardı. Ne olduysa oldu, bir rüzgar, bir sert hava ve teknede bir şeyler bozuldu. Ve yolun tam ortasındayız, bir kısmımız can yelekleri giydik... Hiçbirimiz yelkenden anlamıyoruz ama bir gönüllü, Feridun Bey’in yardımcısı oldu, zar zor adaya vardık... Yüzdük filan ama dönüş tabi ki şehir hatları vapuru ile oldu...