Bilim; Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgidir (TDK)*. Özümsenmiş haliyle bilim her yönüyle deneyseldir, objektiftir, gözleme dayanır ve en temel özelliği de evrensel olmasının yanı sıra özünde mantığa dayalı olmasıdır.
2025 yılına da merhaba dediğimiz bu zaman diliminde bir yarımada olan ülkemizin, sucul canlı kaynaklarının yönetimi mantık açısından analiz edildiğinde karşımıza çıkan tablonun iç açıcı olmadığı da bir gerçektir. Bu nedenle sucul canlı kaynakların yönetiminden sorumlu merkezi otoritenin ülkece düzlüğe çıkana kadar eleştirilmesi de doğaldır. Çünkü söz konusu kaynaklar üzerinde her bir Türk vatandaşının hakkı vardır ve bunu savunmak aynı zamanda hesap sormak da görevidir. Bu bağlamda konuyu genel hatlarıyla değerlendirmekte yarar olsa gerektir.
Tüm denizlerimizin 6 mil açığına kadar olan kısımları, iç denizimiz Marmara Denizinin tamamı ile göllerimiz, barajlarımız, nehirlerimiz devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunun tercümesi sucul ortam ve kıta sahanlığımızdaki canlı cansız tüm varlıkların devlete ait olduğudur. Bu ortamdaki canlı kaynakların ve bununla ilişkili balıkçılık sektörünün yönetimi konusunda devlet adına yetkili kılınan merci ise 1971 yılından beri Tarım ve Orman Bakanlığıdır. Bakanlık bünyesinde yükümlü kılınan kurum ise 1380 sayılı Su Ürünleri Kanunu çerçevesinde Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğüdür.
Denizlerimiz ve iç sularımızdaki balıkçılık kaynaklarının yaşam güvenliğinden ve onların korunarak sürdürülebilir işletmeciliğinden sorumlu olan yapılanma haliyle Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü olmaktadır. Sucul canlı kaynaklar balıkçılık biyolojisinin temel prensiplerine göre işletiliyorsa ve gereklilikleri de yerine getiriliyorsa bunun başarısı balıkçının ve balıkçılık sektöründen ziyade merkezi otoritede yer alan bürokratlara ait olacağıdır. Şayet sucul canlı kaynaklar ve ortamları çağdaş yönetim planından ve en verimli yönetim uygulamasından yoksun ise bunun vebalinin de haliyle yine merkezi otoritedeki bürokratların olacağıdır. Çünkü sucul canlı kaynakların korunarak sürdürülebilirliği ile ilgili kanunlara, tebliğlere ve yönetmeliklere önlem amaçlı olarak yaşam buldurtan merci merkezi otoritedir. Eğer balıkçılığın akışında işler yolunda gitmiyor, yasa dışı balıkçılık almış başını gidiyor, önlem üretilmesi gereken ortamlarda gereklilikler yerine getirilemiyorsa, balıkçılık ekonomik olmaktan uzaklaşıyor, av sezonu çok erkenden kapanıyor ve tüm bunların sonucunda her yıl temcit pilavı gibi yakınmalar çok sesli koro örneği ayyuka çıkıyorsa bunun suçlusu öncelikli olarak balıkçılıktan sorumlu merkezi otoritenin olduğudur. Çünkü önlem üretmek, sucul canlı kaynakları bilimsel ve çağdaş bir şekilde yönetme ile ilgili tüm yetkiler merkezi otoritenin elindedir. Eğer önlem üretemiyor, biyolojik ve sosyal gereklilikler yerine getirilemiyorsa bunun günahı tamamen şevk ve idare yetkisini resmi olarak bünyesinde bulunduran Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğüne ve onun üst düzey bürokratlarına ait olacağıdır. Bu nedenle denizlerimizde ve iç sularımızda olan tüm avlanmalarla ve yasa dışı oluşan durumlarla ilgili olan konularda hata açısından balıkçı öncelikli konumda değildir. Şayet uygulamalarda suiistimal edilen durumlar söz konusu ise bunu gidermek de merkezi otoritenin asli görevidir.
Diğer taraftan merkezi otoritenin güdümlü balıkçılık araştırmalarını yarım yüzyılı aşkın süredir rayına oturtamaması ve ekonomik değeri olan balıklarımızla ilgili verileri ve bunun sonucunda oluşması gereken uygulamalar hakkında siyasi otoriteye bilgi ve önlemler paketi sunamaması yetersizliğinin en olumsuz göstergesidir. Yapılan ise balıkçılık sektöründen siyasi kulvar aracılığı ile kendilerine yansıyan durumlara uyum sağlanmaya çalışılmasıdır. Oysa sucul canlı kaynakların balıkçılık biliminin ışığı altında yönetilmeleri esastır ve öyle olmalıdır. Gelin görün ki bu gerçekçi durum siyasetçilere rapor edilememekte ve siyasilerin de balıkçılık sektörü ağalarının güdümünde olunmasının nedenini oluşturmaktadır. Kısacası her şeyiyle bilimsel ve entelektüel olması gereken merkezi otorite bürokratları kendilerini bilim dışılığa ve siyasi baskıya tutsak etmiş durumdadırlar.
Nasıl mı, bir de ona bakalım
Mantık, insanın yalnız akıl ve zihin faaliyetlerini ele alan, doğru düşünmenin koşullarını ve kurallarını ifade eden bir bilim dalı olup en yalın ifade ile doğru düşünme sanatıdır. Oysa balıkçılık merkezi yönetiminin, siyasi otoritenin ve balıkçılık sektörünün el ele olduğu kaynaşma noktası ise mantıksızlığın ta kendisidir.
Mantık ülkece sahip olunan ve koşulların oluşumuna göre değişkenlik gösterme özelliğindeki sucul canlı kaynakların verimli işletilebilmesi için rakamsal açıdan ne olduğunun bilinmesine çağrı yapar. Oysa bu çağrıyı gerçekleştiremeyen merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz!
Sucul canlı kaynaklardan pelajik balıkların akustik cihazlar aracılığıyla, demersal balıkların farklı derinlik tabakalarında trolle alan tarama yöntemiyle, yine pelajik ve demersal balıkların yumurtlama mevsiminde plankton çekimleriyle elde edilen günlük üretilen yumurta adedinden olası stokun boyutları belirlenerek av filosunun boyutları da sayısal açıdan düzenlenir. Ne var ki kör uçuşla, ülke balıkçı filosuna boğulmuş, ortak paydada pasta küçülmüş ve sonuçta verimsizlik tavan yapmış. Oysa merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz!
Bilgisizsiniz denilemez, entelektüel değilsiniz, siyasi otoriteye ve balıkçılık sektörüne pısırık davranıyorsunuz. Gezer-göçer balıkların Akdeniz’den Karadeniz’e yukarı göç ve Karadeniz’den Akdeniz’e aşağı göç zamanında Çanakkale ve İstanbul boğazlarında gırgırla avcılığına yasaklama getiremiyorsunuz. Onların neslini devam ettirme hem de beslenme içgüdülerinin önünü keserek doğum kontroluna ortak oluyorsunuz. Sonuçta da balık nüfusunun köküne kibrit suyu döküyorsunuz. Oysa merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz!
AB ülkeleri kıta sahanlığının en verimli kesimi olan ilk 50 metreyi sucul canlı kaynakların korunarak sürdürülebilirliği açısından güvenceye almış ve bu ortamı gırgırla avcılığa kapatmış. Sizler ise bu gelişmeye gözlerinizi kapatmış, kulaklarınızı tıkamışsınız. Sonuçta iç kıta sahanlığı kevgire dönmüş ve deniz dibi vahaları tarih olmuş. Oysa merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz’
Sucul canlı doğanın kendine özgü oluşumlarını göz ardı ederek balıkçılık sektörünün ayağına kurşun sıkmasının nedenini oluşturuyorsunuz. Her canlının yaşam hakkı olmasının yanı sıra eşeysel olgunluğa erişememelerini görmezden geliyorsunuz ve onların nesillerini devam ettirme şansını zalimce ellerinden alıyorsunuz. Ondan sonra da balık yok diye ağlayanlara da seyirci kalıyorsunuz. Oysa merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz!
Matematik eğitimi görmüş olabilirsiniz ama uygulamalarda matematikten bihaber görünüyorsunuz. Yeni nesil balığın büyümesine fırsat vermeden onu vaktinden çok öncesinde avlatarak kaybettirilen ve tonlarla ifade edilen et kaybını aklınıza bile getiremiyorsunuz. Oysa merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz!
Balıkçılığın Büyük Yasasını (Graham’s Great Law of Fishing) görmezden geliyorsunuz ve sonuçta ülke balıkçılığını her yıl ekonomik olmaktan uzaklaştırıyorsunuz. Her yıl yapılagelen yanlış uygulamaların kronik olarak sürdürülmesine çanak tutuyorsunuz. Hatalardan ders almama inadını gözü kapalı ısrarla sürdürüyorsunuz. Oysa merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz!
Ülkece akvakültürde yani kontrollü balık yetiştiriciliğinde olağanüstü gelişmeler kaydedildi. Bunun sonucunda balık ihracatımız büyük ölçekli patlama yaptı. Bu göz kamaştırıcı tabloya karşın gözden kaçırılan bir ayrıntı da dikkati çekti. O da acaba balık yetiştiriciliği ülkenin gerçeklerine göre düzenleniyor muydu! Özellikle balık yetiştiriciliğinde kullanılan yem konusunda büyük ölçekli mutlak dışa bağımlılık nedeniyle üretim patlamasına başarı olarak bakılabilir miydi!
Dünyada küçük pelajik balıkların avcılığı tavan yapmış, stoklar çökmüş ve küresel yem sanayii alarm veriyor. Geleceği tehlike çanları çalan bir konuda olağanüstü hamlelerle La Fontain’in “öküz olmak isteyen kurbağa masalı” misali vazgeçilemez bir sevdaya ülkece tutsak mı olduk(**). 1 kg balıktan 1/5 oranında balık unu elde edilmekte; balığın büyüme dönemine ve türüne göre değişen balık yemi rasyonunda ortalama %40-50 düzeylerinde balık unu kullanılmakta, sonuçta denizlerdeki balığı yem sanayiine işleyerek, tükettiği balığı 1/3 oranında onu kültür balığı olarak geri kazanmak uzun vadede akılcı bir tutum olmasa gerektir! En son 2023 yılında ülkece 27.875 ton balık unu üretilebilmesine karşın aynı yıl içerisinde 156.138 ton balık unu dış alımını gerçekleştirerek dışa bağımlı bir balık yetiştiriciliği uygulamalarındaki gizli tehlike nasıl görmezden gelinebilir. Merkezi otoritece uzun vadede bu işin sonunun olumsuz yanları dikkate alındı mı? Bu olumsuzluğu nasıl akılcı ve güvenli bir noktada disiplin altına alabiliriz diye kafa yoruldu mu? 2023 yılında avcılıkla elde edilen balık miktarı 454.159 ton, yetiştiricilik yoluyla elde edilen miktar avcılığa fark atarak 556.287 tona erişmiş. Bu rakamların kısa vadedeki olağanüstü cazibesi görülen o ki uzun vadedeki tehlikeyi perdelemiş. Çünkü tüm bu rakamlar bol keseden okyanusları sorumsuzca sömürmenin kısa-orta dönemli getirileridir. Buna karşın okyanusların hamsi, çaça, ringa stokları çöktüğünde; Peru’da saatte 9 bin ton üretim yapan 100 balık unu fabrikasının faaliyetine mola verdiğini düşünerek, merkezi otoritece öngörülen kötü gün politikası var mı? Şayet yoksa balık yetiştiriciliği sektörünün olası batışı karşıdan mı seyredilecek! Oysa merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz!
Tüm balıkçıların dört gözle bekledikleri av sezonunun açılış günü olan 1 Eylül koca yılın içerisinde doğal olarak düşünür biyolojik bilimcilerin en hüzünlendikleri gündür. Nasıl olmasın ki, çökmüş ve bir türlü toparlanamayan ulusal balık stoklarımızın yeniden sömürüsü için start verilen bir gündür 1 Eylül. Oysa Karadeniz ve Marmara’daki balık stoklarının kendini dengeleyebilmesi ve avcılıkların verimli olmasına olanak sağlamak açısından av sezonunu en doğru şekliyle 2 ay ötelemek balıkçılık bilimcilerinin yıllardır yazıp çizdikleri bir konudur. Öneriyi sağır sultanlar bile duydu, bir tek balıkçılık sektörü ve Ankara kulaklarını tıkadı. Oysa merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz!
Bilim yuvalarından mezun olup balıkçılıktan sorumlu merkezi otoritede görev alıp bilime ters düşmek de ne oluyor. Balıkçı kendisine ait olmayan ve devletin hüküm ve tasarrufu altındaki sucul ortamda vicdan muhasebesinden yoksun olabilir ama bürokratların böyle bir hakkı yoktur. Çünkü bürokratlar ülkemizin tüm sucul canlılarını çağdaş bilgilerle kollamak, yine bilimsel oluşumların ışığı altında aşırı avcılığa yönelmeden işletilmelerini sağlamak ve toplumun nitelikli beslenmesine zemin yaratmakla mükelleftirler. Oysa merkezi otoritenin kaynak yöneticileri sizler mantığın neresindesiniz!
Gönül rahatlığıyla “Vira Bismillah” diyebilmek
Türkiye balıkçılığının kurtuluşu balıkçılık sektörünün siyaseti kullanmasından değil, AB’nin Ortak Balıkçılık Politikası ilkelerini benimsenmesinden ve bunu uygulamasından geçer. Bunun için siyasi iktidar temsilcilerinin bilimle barışık olmalarını sağlamak merkezi otoritedeki bürokratların asli görevidir ve öyle de olması gerekmez mi? Ülkemizdeki endüstriyel balıkçı kesiminin utanç ve usanç veren balıkçılığını sonlandırmada merkezi otoritedeki bürokratlara en büyük destek olacak olan oluşum bilimdir. Bu nedenle siyasi kulvarı bilimin ışığı altında bilgilendirerek siyasetin sucul doğanın katledilmesinde aracı olmasını engellemek de merkezi otorite bürokratlarının görevi olmalıdır. Türkiye, bilginin bilgisizliğe teslim olduğu bir ülke olmamalıdır. Bunun için merkezi otoritedeki bürokratların önceliği sucul canlı doğanın kanunları çerçevesinde bilim olmalıdır. Bunu merkezi otoritenin kaynak yöneticileri olarak gerçekleştirebildiğiniz takdirde tüm balıkçılık sektörü için av sezonunun açılış günü geldiğinde, ülkece gönülden “Vira Bismillah” ve “Pruvanız neta, dümeniniz viya, rüzgarınız kolayına, bahtınız açık olsun” diyebiliriz.
(*): TDK: Türk Dil Kurumu.
[(**): Kurbağa bir öküz görmüş çayırda, o kadar hoşlanmış ki, bayılmış boyuna posuna. Kendisine baksanız, boyu yumurta kadar ama kurbağa bu anlamaz ki, ille de öküze benzeyecek. Öküze bakmış kabarmış, kabardıkça şişmiş, gerilmiş. Bir görseniz gerginlikten nefes alamayacak hale gelmiş. Sormuş etrafındakilere öküz kadar oldum mu? Bakmışlar ona şöyle bir sağdan, birde soldan. Yoo demişler. Sadece şişmiş bir kurbağa oldun. Kurbağa daha bir hırslanmış, iyice şişirmiş kendisini ve beğenmiş böbürlenerek kabarmasını. Demişler ki vazgeç bu sevdadan. Kurbağa iyice hiddetlenmiş. Kendinde olmayana öyle hayran hayran bakarak, benzemeye çalışmış öküze. Şişmiş, bir daha, biraz daha. Biraz daha şişmiş... Sonunda o kadar şişmiş ki çat diye çatlamış ortasından ikiye.
Hepimiz büyük olmayı, önemli olmayı isteriz, farkında olmadan bilinçaltının itmesiyle çatlarız ortadan ikiye… Ancak kurbağa isek, en iyi kurbağa olarak, öküz isek en iyi öküz olarak, büyük olmayı bilmek gerek. (https://www.hurriyet.com.tr/aile/yazarlar/yildiz-dilek-erturk/sismis-egolar-icin-okuz-olmak-isteyen-kurbaga-370771).]