Kaza geliyorum demez!

HAKKI ŞEN

Kaza geliyorum demez, ama "iş kazası geliyorum" der!

Kaza neden olur? Kazasız bir dünya mümkün müdür

Böyle sorduğumuz zaman, yanıt da kendiliğinden bellidir: Kaza geliyorum demez. Gelir. Kazasız bir dünya mümkün değildir. Bütün önlemleri alsanız bile, öyle rastlantılarla karşılaşırsınız ki, kaza kaçınılmaz olur. Vaktiyle şöyle bir kaza haberi okumuştum: Yanan orman arazisinde inceleme yapan yetkililer, gördükleri manzara karşısında donup kalmışlar. Çünkü gördükleri yanmış bir balık adamın cesediymiş. Sonradan anlaşılmış ki, .yangın söndürme uçağı denizden su alırken, balık adamı da kepçesine almış ve sonra da yanan ormanlık araziye suyla birlikte boşaltmış?Bu balık adamın asla önleyemeyeceği bir kazadır. Bu kazada canını kaybeden balık adamın ihmali söz konusu değildir. Alınacak hiçbir önlem böyle bir kazayı önleyemezdi.Ancak iş kazaları bildiğimiz kazalardan farklıdır. Dedim ya, kaza "geliyorum" demese de, iş kazası "geliyorum" der. Gerekli güvenlik önlemlerinin alınmadığı bir iş yerinde kazalar kaçınılmaz olur. Türkiye bir iş kazaları ?cehennemi?dir. Acaba şu son günlerde medyamızın ön plana çıkardığı "tersanelerde ölüm" haberleri, tersanelerimizin birer iş kazaları "cehennemi" olduğunu mu gösteriyor?

Bu soruyu yanıtlamadan önce, tersanelerimizde meydana gelen iş kazaları hakkında, gerek sendikaların, gerek tersane işverenlerinin soruna yaklaşımlarına değinmek yerinde olur. Sendikal örgütler ve onları savunanlar, doğal olarak tersanelerde yaşanan iş kazaları ve ölüm olayları üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Konuyu kendi bakış açılarından medyaya yansıtmışlardır. Kabul etmek gerekir ki, kamuoyunun dikkatini çekmeyi başarmışlardır. İşverenler ne yapmıştır? Onlar alışmadığımız bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Beklenenin aksine, iş kazalarını ele alan sendikacıları ve işçileri suçlamak yerine, soruna sağduyuyla yaklaşmışlardır. Genel olarak tersane işverenleri kendi paylarına düşen sorumluluktan kaçınmamışlardır. Ya medya? Yaklaşık on gün boyunca tersaneleri birer ölüm cehennemi gibi gösteren köşe yazarları, ekranlar nasıl bir sorumluluk duygusuyla hareket ettiler. Sanırım bunu irdelemek yerinde olur.

Yazımızın başında "tersanelerimiz birer iş kazası cehennemi midir" diye sormuştuk. Kampanya sırasında medyayı izleyen yurttaşlarımız böyle bir kanıya kapıldılar. Şöyle konuşmalara tanık olmuşunuzdur: Nerede çalışıyorsun hemşerim??? Tersanede! "Vah vah vah" Elbette gerçek böyle değildir. 35 bin insan tersanelerde çalışıyor. Onların kazandığı 100 binlerce aile efradına aş oluyor. Tersane işçileri, hiç kuşkusuz riskli bir işte çalışıyorlar. Ağır sanayinin kendine özgü tehlikeleriyle yüz yüzeler. Hem işyerinin güvenlik önlemlerinin mükemmelleşmesi gerekiyor, hem işçilerin iş güvenliği konusunda mükemmel bir eğitimden geçmeleri zorunlu oluyor. Ama medya önüne gelen ölüm olaylarını reyting kaygısıyla, adeta bir katliam gibi yansıtır, duygu sömürüsüyle okur kazanmak için her yola başvururken, gerçeği de bulandırmış oluyor.

Şimdi soralım: Medyanın on günlük kampanyasından sonra, insanların aklında ne kaldı?

İnsanların aklında kalan şu: Türkiye'de en fazla iş kazası tersanelerde oluyor ve en fazla işçi tersanelerde meydana gelen iş kazalarında can veriyor. Bu gerçek mi? Hayır! Bu gerçek değil. Hatta yalan. Ani bir hızlanışla üretim kapasitesi kat kat artan tersanelerimizde trajik kazaların olduğu elbette bir gerçektir, ama iş kazalarının en çok olduğu, en fazla ölümlerin gerçekleştiği sektör tersaneciliğimiz değildir. Devletin ve sendikaların istatistikleri en fazla ölümün inşaat sektöründe gerçekleştiğini inkar edilmez bir biçimde ortaya koyuyor. Yıllık iş kazaları ve ölümlerde tersaneler gerilerde kalıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Başkanlığı'nın verilerine göre, iş kazaları ve bu kazalar sonucunda meydana gelen ölüm ve sakatlıkların arttığı, hatta geçen yıl bin 601 kişi iş kazası ve meslek hastalığı sonucu hayatını kaybetmiş. Buna göre, inşaat sektöründe 397, nakliyat sektöründe 165, toptan ve perakende ticaret sektöründe 70, gıda maddeleri sektöründe 39, kömür madenciliği ile taş, toprak, kil ve kum gibi ürünlerin imalatı sektörlerinde 35'er kişi iş kazası ve meslek hastalığı sonucunda yaşamlarını yitirmiş. Demek ki medya gerçeği yansıtmıyor. Medya elbette tersanelerde meydana gelen ölüm olaylarını yansıtacaktır. Bu ölümlerin nedenlerini objektif olarak inceleyecektir. Taraflardan birinin değil, her iki tarafın görüşlerini tarafsız bir şekilde dile getirecektir. Ama aynı zamanda gündemine aldığı bu aktüel sorundan hareketle tablonun tümünü görecek, tersanelerdeki trajik olayları bu bütünsel tablonun içinde dürüst bir şekilde yansıtacaktır. Medya böyle yapsaydı, Türkiye'deki iş kazaları hakkındaki gerçek bütün çıplaklığı ile gözler önüne serilirdi. Türkiye'de AB standartlarının çok üstünde iş kazaları gerçekleştiği ve AB'de görülmedik ölçüde bu kazalarda can kayıpları olduğu da ortaya çıkarılırdı. Ama aynı zamanda bu bütünsel tablo içinde, tersanelerimizde yaşanan acı olayların, tüm iş kazaları içinde alt sıraları işgal ettiği gerçeği de dürüstçe dile getirilirdi. Örneğin şu da dile getirilebilirdi: İş kazalarının nedenleri arasında işgücü eğitimindeki eksikler ortaya konabilirdi. Meslek okullarının teşvik edilmesi sorunu ele alınabilirdi. Kısaca amaç bağcıyı dövmek yerine üzüm yemek, yani amaç, iş kazalarını ve ölümleri önlemenin önlemlerini tartışmak olabilirdi, tersaneleri yıpratmak değil? Medya ne yazık ki böyle yapmadı. Gündemine getirilen ölüm olaylarını istismar etti. Hem ölen yurttaşlarımızın aziz hatıralarını incitti.Hem de dünya ölçüsünde isim yapan gemi inşa sanayimize zarar verdi. Türkiye demokratik bir ülke olma yolunda yürüyor. O nedenle sendikalar işyerlerinde iş yeri güvenliği gibi sorunları bundan böyle de ele alacaklar. İşverenler kendi işyerlerindeki sorunları eleştirilerin ışığında düzeltmek için çalışacaklar. Medya ne yapacak? Medya şimdi yaptığını yapmayacak. Çünkü medyanın şu son kampanyası resmen bir iş kazasıdır. Ölen ise gazetecilikti. Biz de işte, bu "gazeteciliğin" hesabını sormaktayız. Bu öyle bir gazetecilik ki, denizden uzak, karaya vurmuş bir gazetecilik. Tıpkı şair Cevrî Çelebi gibi. İstanbul'da yaşayıp da, Boğaz'ı karşıdan karşıya geçmeyen şair var mıdır? Bu sorunun yanıtını 17. yüzyılda buluruz.

Şair Cevri Çelebi, hayatı boyunca su üstünde giden hiçbir taşıta binmemiştir. Avrupa yakasında yaşayan şair, Üsküdar'a, Kadıköy'e, Adalar'a adımını atmamış, hep uzaktan seyretmiştir. Evi sur içinde olan Cevri Çelebi, Galata ya da Tophane'ye gitmek için sabah erkenden yola koyuluyordu. Galata Köprüsü'nün olmadığı yıllarda şairin yolu epeyce uzundu. Haliç'in kıyılarını dolaşan deniz kaçkını, Kağıthâne Deresi'nin köprüsünden geçerek, saatler sonra Galata'ya varıyor, işini hallettikten sonra da aynı yolu geri dönüyordu!.. Şimdi bu şairin deniz üzerine şiir yazdığını düşünün ve bizim çağdaş medyanın tersane görmeden tersane üzerine yazdığı yazıların anlamını kavrayın.