Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor, geçmişle gelecek arasında, öfkeyle bağırış arasında. Bir görüntü gelir oturur gözümüzün önüne, gitmez bir türlü, hep kalır aklımızda. Acıyla sevinç arasında bir yerlerde öylece durur. Fotoğraf görünümlere gönderme yapar. Her şeyi en yakından gören tanık ve gerçeğin doğrudan görülmesini sağlayan bir araçtır aslında. Fotoğraf, ilgili olduğu konunun gerçek bir belgesidir. Bir anlamda belleğin yerini tutar. Akan görünümler içinde, bir anı kaydedip saklar.Belki inanmayacaksınız ama hemen hemen her habercinin hayali, kaçırılan bir uçakta bulunmak ve olaylara tanıklık etmektir. Hatta kamera ya da fotoğraf makinasıyla bu tanıklık anını bütün dünyaya duyurmak, hayallerin en üst noktasını oluşturur. Fotoğrafları ile yüzlerce unutulmaz kareye imza atan Coşkun Aral, işte böylesi bir olaya tanıklık ederek meslek hayatının en önemli anlarını yaşamış bir gazetecidir. Efsaneyi gerçeğe dönüştürmek. Coşkun Aral'ın yaşadıkları tam da böyleydi ve aradan geçen 25 sene sonra o günleri Vira için kaleme aldı. Günlerden 14 Ekim 1980. Türkiye'nin geçtiğimiz yüzyılın son yarısında yaşadığı askeri darbelerden üçüncüsü ve dilerim sonuncusu tam bir ay iki gün önce gerçekleşmişti. Sağ-sol örgütler arasında adeta bir iç savaşı andıran çatışmaları durdurmak ve ekonomik krizin derinleşip, devlet sistemi içinde kaos yarattığı bir dönemi değiştirmek üzere, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve diğer kuvvet komutanları yönetimi devraldılar. Darbenin gerçekleştiği gün Paris'ten İstanbul'a gelmiş, muhabiri olduğum Sipa Press Ajansı adına, askeri yönetimin İstanbul'da ve Türkiye genelindeki varlığını dünya basınına aktarmıştım. Yönetimi devralan konseyin ilk basın toplantısını da izlemiştim. Aynı günlerde Irak'ın İran'a saldırmasıyla başlayan savaşın İran cephesini izlemek üzere, bir grup Türk gazetecisiyle beraber Tahran'a, oradan da savaşın güney cephesindeki Hürrem ve Abadan'a gidip, cephelerden savaş görüntülerini ajansım vasıtasıyla dünyaca ünlü Newsweek, Paris Match gibi dergilere aktarmıştım. Bir yandan Türkiye'de olup bitenler, diğer yandan Ortadoğu'da alevlenen savaş cepheleri arasında, haberciliğimi hızlı bir tempoyla sürdürüyordum. 14 Ekim günü saat 17:35 uçağıyla İstanbul'dan Ankara'ya gidip, gerekli vizemi aldıktan sonra karayoluyla Irak'a gitmek üzere yola çıktım. Sefer sayısını bugün hatırlamıyorum ama adını hiç unutmadığım Boeing 727 tipi Diyarbakır adlı uçağa binip, Ankara'ya doğru yola çıktım. Ve Uçak KaçırılıyorUçağa binmek üzere kuyrukta beklerken, yıllar önce kuzenim vasıtasıyla tanıdığım, sonradan İsta ve Türk Haberler Ajansı'nda birlikte çalıştığımız, gazeteci ağabeyim Osman Arolat ile karşılaştım. İsveç'te bir radyo için muhabirlik yapan Arolat, Ankara'ya gidip, oradan Diyarbakır'da gerçekleştirilecek bir askeri tatbikatı izleyecekti. Uçağa bindik, yanyana oturuyorduk. O güne kadar yüzlerce kez bindiğim uçakta, her şey alışılagelmiş biçimdeydi. Ta ki, bir saati geçmesine rağmen yapılamayan iniş anonsunun yerine garip bir anons yapılıncaya kadar: "Sayın yolcular, elimizde olmayan bir nedenle uçağımız Ankara'ya inememiştir. Şimdi sözü bir Müslüman kardeşimize bırakıyoruz". Sonradan tanıyacağım sesin sahibi Yılmaz Yalçıner, pilottan mikrofonu aldı ve şunları söyledi: "Selamun aleykûm sayın yolcular, şu andan itibaren uçağımıza İslam hakim olmuştur. Türkiye'deki askeri yönetimi protesto etmek, İran'da ve Afganistan'da emperyalistlere karşı savaşan kardeşlerinize destek olmak amacıyla, kimseye bir zarar gelmeden, uçağı Tahran'a götüreceğiz. Ardından Rus kızılordusuna karşı savaşan mücahit kardeşlerimizle birlikte savaşmak üzere Afganistan'a gideceğiz. Bayan yolcularımızdan islami geleneklere uygun olarak başlarını örtmelerini rica ediyoruz".Bir gazeteci olarak o ana kadar hayalini bile kuramayacağım bu anonsu duyar duymaz, elim otomatik olarak makineme gitti. Koridorun yanı başındaki koltuğumda, ayaklarımın arasına koyduğum makine çantamdan, o zamanlar kullandığım F2 Nikon'umu çıkarıp, geniş açı objektifimle gelişigüzel fotoğraflar çekerken, ne uçak içinde başlayan paniği ne de bir anda buz kesen havayı hissediyordum. Uçağın içindeki tedirginliği görüntülemeye çalışıyordum. Bir süre sonra, yolcular arasındaki huzursuzluk iyice tırmandı. Koridorun içinde dolaşan sakallı kişi, adının sonradan Yılmaz Yalçıner olduğunu öğrenecektim, oldukça rahat gözüküyordu. Onun ardından gelen genç adama, adı Mekki Yassıkaya idi, gazeteci olduğumu, İran'dan yeni geldiğimi, kendileriyle görüşmek istediğimi söyledim. Yanıt olumsuzdu. Bunun üzerine gerek meslektaşım Osman Arolat'tan, gerek yanı başımdaki bayan yolcudan ciddi tepki aldım. Yolcuların hayatını tehlikeye atmakla suçlanmıştım. Üstelik bu, ileride başıma daha büyük dertler açacaktı. Bir süre sonra bir başka korsan yanıma geldi ve fotoğraf makinemle beraber kokpitte beklendiğimi söyledi. Bu defa uçağın içindeki tedirginlik bana sıçramıştı. Önce adı Ömer Yorulmaz olan sakallı korsanla görüştüm. 6.35 çaplı silahını fark ettiğimi görünce bana gösterdi. Uçağa nasıl soktuğunu sorunca, üzerinde Arapça, Türkçe, Osmanlıca yazan; bu nedenle de Kuran diye nitelenebilen kalın bir kitabın içindeki oyuğu gösterdi. Kokpite girdiğimde, filmlerde gördüğümüz, kitaplarda okuduğumuz kaçırılan uçağın içindeki korkunun yerine şakalaşma vardı. Gerek silahlı korsan, gerek kendilerine silah yöneltilen mürettebat, kahkahalar atıp gülüyorlardı. Bu gülmenin nedeni usta kaptan pilotun; "gıdıklanıyorum, silahı boynuma dayama" demesiymiş. Hava korsanı Yılmaz Yalçıner silahı kokpitin içindeki bir başkasının boynuna dayadığında yine aynı tepkiyi almış ve ortam iyice yumuşamış. Elimde Nikon fotoğraf makinem, parmağımı deklanşörden çekmeksizin, tüm olayı görüntüledim. Kokpitte işim bittikten sonra, çektiğim fotoğrafların filmlerinin bir kısmını kendi üzerimde, bir kısmını da uçağın değişik yerlerine sakladım.Gergin Bekleyiş BaşlıyorTürk hava sahası içinde bunca kahkaha arasında şifrelerle uçağı Diyarbakır'a indirmek üzere hazırlık yapan mürettebat ve uçağın içinde panik içinde ölümü bekleyen yolcular. Uçak kısa bir süre sonra sözde yakıt ikmali yapıp, İran devletinden gerekli izni almak ve tekrar havalanmak üzere Diyarbakır'a indirildi. O anda Diyarbakır'da bulunan Kenan Evren dahil bütün askeri konsey üyeleri teröre karşı başlattıkları savaş için bu uçağa yönelik bir operasyonun planlamalarını yapmaya başlamış, uçak havaya uçurulur ancak asla terörizme boyun eğilmez emrini vermişlerdi. Sabah beşe kadar süren bekleyiş ve gerginlik içinde kadın, çocuk ve hasta yolcuların uçağı terketmeleri sırasında aralanan kapılardan sızan hava ve dünyada ilk kez böyle bir olaya tanıklık ettiği gibi, olayı görüntülemeyi başarmış bir gazeteci ben. Uçağın içindeki havasızlığın yarattığı baygınlıkla uyuyakaldığım kanat hizasındaki koltuktan, birinin üzerimden atlayarak acil kapısını açıp aşağı atlamasıyla uyandım. Ardından patlayan silahlar, ah anam vuruldum sesleri ve başlayan operasyon. Patlayan silahların geride bıraktığı ölü ve yaralıları görmedim ancak uçağa giren güvenlik güçleri tarafından aşağı indirilip, boylu boyunca yere, toprağa yatırıldığımızda bile fotoğraf çekiyordum. Ancak bir süre sonra bir manga askerin, "nerede o fotoğraf çeken terörist' diyerek yaklaştığını gördüm. Ayağa kalktım, kafama inen dipçiklerle havaalanı binasına götürüldüğümde, birçok meslektaşımın bana çaresiz bakışlarını fark ettim. Böyle bir olayı yaşayan insan olarak ne kadar heyecanlı olsam da, beni dipçik darbeleriyle dövmeleri iyice sinirlerimi bozmuştu. Tam 25 yıl önce dünyada bir gazetecilik ilkini başarmış, bana dünya çapında ödülleri getirecek bu olay sonrasında, korsanlarla işbirliği yaptığım gerekçesiyle gözaltına alınmış ve çok büyük korku yaşamıştım.