Güneşi Gördük, Gelen Bahardır…

HAKKI ŞEN

Apansız bir fırtınadan sonra ufuk göründü. Deniz kimi zaman masmavi durgunluğu, kimi zaman da bembeyaz köpükler arasındaki hırçın dalgalarıyla insana sonsuzluk duygusu verir.  Kaç kulaçtır ki ufkun ötesi? Gün batımlarına gebeyken, güneşin alevleri görüş mesafesindedir yaşamın. Uzansan dokunacaksın, karanlıktan korkmasan… Şehrin gölgesi düşer denizin orta yerine, uzar gider. Demlice bir çayın eşliğinde yapılan dost sohbetlerinde, denizin rengi erguvan rengi olur. Ayın şavkı bu kutsal ayini bozduğunda, gece kurşun gibi ağırdır denizin yüzünde. Kanatlanır martılar sıkıntılarından, kanat sesleri umutları anlatan bir şarkıya dönüşür. Kim bilir kaç balık, kaç yengeç öfkeyle kendini bırakır derinlere? Balıkçı çoktan ağlarını atmıştır kurşuni renkli denize; fırtına sonrasıdır, bolluk bereket zamanıdır. Balıkçı almıştır alacağını; hep bir ağızdan heyamola, heyamola türküsüyle kutsal bir ayini andıran törenle ağlarını çekmektedir denizden. Ve evet güneş göründü, gelen bahardır…

 

Tam tamına bu duygular içerisindeyken, bir kaç gün sonra Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nı kutlayacağız. Değişen bir şey olmayacak; Beşiktaş’ta, Barbaros Anıtı önünde kutlamalara katılanlarla bayramı yaşayacağız. Denizci denizciyle kucaklaşacak. Uzaktan durup denizin nimetlerinden söz edilecek. Bazıları deniz görmemiş insanlarımıza deniz göstereceğiz diye salkım söğüt, kaçak göçmenleri andıran teknelere tıka basa bindirip Boğaz’ı gezdirecekler. Adına deniz kültürü denecek. Bu iş mutlaka yapılmalı, itirazımız buna değil. Tarzına… İnsanlara Boğaz’ı gezdirirken denizin üstünden, altından, tarihinden, kültüründen bahsedecek, İstanbul’un o güzelim kıyılarındaki tarihi anlatacak yazarlara, tarihçilere ihtiyaç var bu tür gezilerde. Öteki türlüsü ile deniz ve deniz halkının kalbi kırılacak. Deniz görmemiş halkımız tekneden indikten sonra aklında kocaman bir su kütlesi ve etrafındaki beton yığınları kalacak. Bizim mahallenin tayfaları da, şakacıktan sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirmiş olacak. 

 

Türkiye’nin bir aydınlanmaya ihtiyacı var. Ve bizim yerli aydınlanmamıza denizlerden başlama önerim üzerinde duralım biraz. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlanmasının, denizden başlayacağını düşünüyorum. Ege ve Akdeniz uygarlıklarının mirasını devralan bu toprakların insanları, kültürel köklerine ve zenginliklerine ancak ve ancak “deniz kültürümüzü” bütün tarihsel yollarından geçerek kapsayacak bir çalışmayla “yeniden sahip olabilirler”... Deniz Kültürü; bizim bu coğrafyamızda, gelmiş geçmiş bütün kavimlerin insanlarının deniz ve denizle ilişkiler üzerine yarattıkları, düşündükleri, başardıkları ve başaramadıkları her şeyi, başarı ve başarısızlıkları karşısında sevinçle, acıyla, açlık ve toklukla, pragmatik ve estetik yaratıcılıkla yarattıkları bütün manevi değerleri, yapıtları, gelenekleri ve işte bu denize ilişkin maddi, manevi her şeyin tarihten süzülen ve insan toplumunun kollektif hafızasında biriken, bize denizle ilişkilerimizde özgülük, aidiyet, tarz, gelenek kazandıran tarihsel-toplumsal varoluşumuzun tümüdür. Ben böyle bir kapsamlı “deniz kültürü” kavramını savunuyorum. Bu da bize; neyin, nasıl yapılması gerektiğinin bilincini ortaya koyacak. 

 

Önümüzdeki günlerde kutlayacağımız Denizcilik ve Kabotaj Bayramı nasıl kutlanırsa kutlansın, uzun yıllardır deniz aşırı sularda seyreden Türkiye gemisi, beyaz listeyle uluslararası sularda daha bir güvenle seyredecek. Gemimizin mürettebatı bu seyir sırasında bıraktığı bembeyaz köpüklerin keyfini yaşayacak. Yorgunluktan köprü üstüne konmuş deniz kuşlarının kalbini çalacak. Evet güneş göründü, gelen bahardır. Bu uluslararası sularda kaptanımız, çarkçımız, çımacımız daha bir güvenle seyretmenin onurunu yaşayacak. İşte bu bayramı, uluslararası limanlarda sicili beyaz bir filoyla kutlayacağız. Deniz uçsuz bucaksız bir maviliktir; bazen durgun, masmavi, elini uzatsan ufku tutacakmışsın gibi, bazen de fırtınalı… İşte önemli olan bu fırtınalı günlerde feneri söndürmemektir. Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nı kutluyorum. Ufkunuz açık, denizleriniz her daim mavi olsun…