Bundan tam beş yıl önce Vira Dergisi; ‘Vira Bismillah’ deyip, bir avuç mürettebatıyla demir alıp o uçsuz bucaksız engin denizlere yelken açtığında, kendi ulusal deniz kültürümüzü, evrensel deniz kültürüyle birleştirmek, gençlerimize ve çocuklarımıza deniz bilinci ve sevgisini aşılamak için rotamızı belirlemiştik.
İlk tepkiyi de, ekmeğini denizden kazanan denizci dostlarımızdan almıştık. Çünkü bir anlam veremiyorlardı, bu dergi bize hitap etmiyor söylemleriyle, hani hafiften bıyık altından gülen bir ifadeyle nükteli söylemleri de olmuyor değildi… “Olsun” dedik ve yola devam ettik. Çünkü deniz kültürü; örneğin “yemek kültürü” gibi dar anlamda ifade edilebilecek kültürle ilgili bir terim değildi. Çoğu zaman biz kültür kavramını ya sanat edebiyatla ilgili bir kavram olarak kullanıyoruz ya da adabı muaşeret kurallarına benzer bir şey sanıyoruz. Oysa kültür kavramı böyle dar bir anlama sahip değildir. Deniz kültürü dediğimiz zaman, tüm insanlığın deniz ve denizcilikle ilişkilerinin bütün tarihsel birikiminin, insanlık bilincindeki yansımasını anlıyoruz. Böyle olunca, bir toplumun deniz kültürüne ne kadar sahip olduğu, o toplumun hafızasında denizle ilgili ne kadar derinlikli bilgisi olduğuyla ölçülmektedir.
Deniz kültürünü en anlaşılır biçimde tanımlamak gerekirse verilecek yanıt şöyledir: Deniz kültürü; denizi, denizciliği, denizcileri merak etmek ve sevmektir. Merak etmek; deniz, denizcilik ve denizciler hakkında bilgilenmeyi doğurur. Sevmek ise, o bilgileri benimsemek demektir. Türkiye’de denizle ilgili meraktan söz etmek çok zordur. Merak olmadan da, öğrenmek ve öğrendikçe de öğrendiğini sevmek mümkün olmaz. Beş yıl boyunca, emek ve alın teriyle, denizci sabrıyla, gözümüzü ufuktan ayırmadan, belirlediğimiz rotamızda devam ettik. Deniz kültürünün içi boşaltılsa da, beş yılın sonunda hiç değilse deniz kültürü lafının dile pelesenk olmasını başardık. Şimdi sıra bunun içini doldurmakta.
Bunları neden mi anlatıyorum?
Bildiğiniz gibi demeyeceğim, her zaman olduğu gibi bu projede de İstanbul 2010 Ajansı yeterince duyuru yapamadığı için bilmemeniz çok normal. Haziran ayı sonunda İstanbul çok önemli bir organizasyona ev sahipliği yaptı. Farklı farklı hikayeleri olan toplam 26 tane tarihi gemi kara sularımıza iz bıraktı. Asırlık bu gemilerin bazısı savaştan kaçmış sonra gönüllülerin ellerinde tekrar hayat bulmuş, bazıları yıllarca denizlerde balıkçılığa hizmet etmiş, bir kısmı engellilerin çabalarıyla denize açılmış, bazıları da dostluğun ve barışın simgesi olmuştur. İşte Haziran ayında İstanbul Boğazı’nda ağırladığımız “Boylu Soylu Gemile”, aynı zamanda tarihsel bir süreçten damıtılıp, günümüze kadar getirilen deniz kültürünün bir yansımasıdır.
Aslında onların her biri, tarihin iz düşümüdürler. Evrensel deniz kültürüne tanıklık etmişlerdir. Dile kolay tam bir asırdır, bir kültürü günümüze taşımışlardır. Onlar taşımasına taşımışlardır da, acaba biz bu görkemli manzara karşısında, bir an da olsa, şapkamızı önümüze koyup, bizim sahip çıkıp günümüze taşıyacağımız, geleceğe derkenar edebileceğimiz hiç mi bir şeyimiz yoktu diye düşündük mü? Elbette ki vardı…
Eline her mikrofonu alan Türk’ün “Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizdeeee...” diye başlayan kalıplaşmış nutuklarıyla değil. “Yavuz”, “Hamidiye”, “Nusret”, “Gülcemal” ve bir ulusun kaderini yükleyip Samsun’a götüren “Bandırma” gibi unutulmaz gemiler, koruyamadığımız değerlerden birkaç örnektir. Bir savaşın kaderini, bir ülkenin gelecekteki haritasını değiştiren bu anıt gemiler yok olmayabilirdi. Bunlardan dersler çıkarabilir miyiz bilemiyorum ama biz rotamızdan şaşmadan, deniz kültürümüz ile ilgili ne varsa, tarihin derinliklerinden damıtıp gelecek kuşaklara aktarmayı kendimize destur edindik. Demir aldığımızda bir avuç insandık, şimdi binleriz. Giderek çoğaldık, çoğalmaya da devam edeceğiz. Çünkü umudu asla üzmedik. UMUTLUYUZ…