Selma Demir / Deniz Kültürü Dergisi
Edebiyatı, sanatın diğer disiplinlerinden ayıran temel farkın ne olduğunu sorsalar, “elindeki silahın/malzemenin muazzam gücüdür” diye cevap veririm sanıyorum. Elbette su götürür, ancak karşılaştığım her nitelikli edebi metinle daha da pekişen bir cevap bu.
Edebiyatın temel ifade malzemesi -ya da şekli diyelim- “söz”dür. Bir başka deyişle dış dünyadaki/doğadaki varlıklar, yansımalar, yazarın iç dünyası, duygu ve yaşantıları adeta yeniden işlenip elden geçirilerek sözün kalıbına dökülür. Bu eleme ve işleme sürecine “kurgu” adını da verebiliriz. Her yazar birbirinden farklı olduğu için her kalıbın hacmi, ağırlığı kısacası boyutları da farklı farklıdır.
Şüphesiz sözün engin denizinde yol almak ve limana ulaşmak cesaret ister. Ancak bunu başaranlar, işte o güçlü silaha sahip olup tetiği çekebilir. Basit bir düşündürme ya da duygulandırma ediminden bahsetmiyorum elbette. Bu, edebiyatın gücünü hafife almak olur. Edebiyat, varlığı yeniden anlamlandırma, varlığa yeni anlamlarla yaklaşma ve en önemlisi varlığı başkalaştırıp dönüştürme işidir.
Bu yüzden şu fani dünyada bütün ömrünü başından geçenleri anlamaya çalışarak tüketen insanın haline/halimize bakıp üzülmeden edemem. Öyle ki, edebiyat bu sıradan, alışkanlığın sıcak kollarıyla sarmalanmış hayatları tuzla buz ettiğinde altında kalanlar da olacaktır, yeniden doğanlar da: “Bilirsiniz; insanlar doğar, ölür ve sonra büyür.”
Denizin sözcüleri
Hem dünya edebiyatında, hem de Türk edebiyatında “deniz” imgesi -ya da motifi diyelim – çokça kullanılmıştır. Bunun sosyoekonomik ve tarihsel bir arka planı olduğunu ancak bu yazının sınırlarını aşacağını hatırlatıp geçmek isterim. Ama çoğu kez edebi türlerin neredeyse tamamında karşılaştığımız deniz, doğanın bir parçası olarak ya da yukarıda bahsedildiği şekliyle bütünüyle yazarın kurgu dünyasının bir parçası olarak da karşımıza çıkar. Örneğin şiirde, imge olarak kullanılır. Altı yüzyıla yakın bir zaman dilimine yayılan Divan şiirinde “aşk denizi”, “güzellik denizi”, “keder denizi”, “rahmet denizi” vb gibi denizlerde yüzen Divan şairleri en son “şiir denizinde” boğulma arzusuyla yanıp tutuşurlar. Divan şiirinin daima gamlı şairi olarak anılan Fuzuli, bir gazelinde aşkı, içinde aşığı öldürecek sonu belirsiz girdaplarla dolu koca bir deniz olarak anlatır: “Dün subh yetürdüm feleğe mevc-i sirişküm/Gark etti felek üzre olan encümi gird-ab” (Âşık için kurtuluş ümidi yoktur. /Tek çare yeniden aşk denizindeki girdaba dalmaktır.)
Deniz, sınırsızlığı ya da özgür olma halini de çağrıştırır çoğu kez. Nazım Hikmet’in “Hasret” şiirinde bu duygu çok güzel anlatılır: “Ben sularda batan bir ışık gibi /sularda sönmek istiyorum!/Denize dönmek istiyorum!” Cemal Süreya’da ise şaire özgü masalsı bir atmosfer duyulur: “Ölüm mü?/Bir gölün dibinde derin uykudasın/Denizler?/ Tanrılar karıştırır durur denizleri”
Bazı roman ya da öyküler bir yaşam alanı olarak başlı başına deniz üzerinedir. Hatta bu eserlerin yazarları da zamanla deniz yazarı ya da ada yazarı olarak anılmaya başlanmışlardır. Elbette Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) ve Sait Faik Abasıyanık’tan söz ediyorum. Son dönem romanlarıyla Yaşar Kemal’i de bu kategoride değerlendirebiliriz. “Bir Ada Hikâyesi” denizi bol olan güzel bir üçlemedir. “Deniz Küstü” kitabı da öyle. Dünya edebiyatından bazı örneklere bakacak olursak “Moby Dick” karakteri adeta denizlerin emzirdiği çocuktur. Üstelik denizi bilmeden büyük bir balığın peşindeki serüvenin nasıl bir kişisel hesaplaşmaya dönüştüğünü anlamak pek de kolay değildir. Keza Ernest Hemingway’in “Yaşlı Adam ve Deniz”i de öyledir. Bir gemi işçisinin yazar olma çabasının anlatıldığı “Martin Eden” romanında ise Jack London’ın kendi yaşamından izlere tanık oluruz. Deniz, yazarın kendi gerçekliğidir bu eserde.
Bu yazının esas motivasyon kaynağı ise Samed Behrengi’nin “Küçük Kara Balık” adlı öyküsüdür aslında. Uzun bir aradan sonra öyküyü yeniden okuyup tahmin edeceğiniz gibi bana başka şeyler fısıldamasından, küçük balığın macerasını başka türlü görmemden kaynaklanmıştır.
Bir deniz öyküsü müdür Küçük Kara Balık? Hayır. Yosunlarla kaplı kapkara bir kayanın yer aldığı küçük bir dereden nehirlere, nehirlerden göllere, oradan da denize açılan ama içine denizden fazlasını alan bir öyküdür. Başka şeyler düşündürüp hissettiren bir öykü.
O yüzden edebiyatın gücü üzerine başlayan yazımı, “Küçük Kara Balık”tan bir alıntıyla bitirmek isterim:
“On bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık “İyi geceler” dileyerek yatmaya gitti. Büyükanne de uykuya daldı. Ama küçük bir kırmızı balık ne yaptı ne ettiyse de uyuyamadı. Sabaha kadar denizi düşündü hep... “