Elif Mutlu / Vira Deniz Kültürü ve Haber-Yorum Dergisi
Önce ateist, sonra komünist, militan, mimar, milyoner ve alkolikmiş eskiden. Şimdi ise ağzına içki sürmeyen bir sufi. Binlerce aileyi doyuran, delileri ve meczupları yıkayıp paklayan, çocukları sanatla tanıştıran, yolda kalan insan ve hayvanların dostu, yardım kuruluşu Derviş Baba’nın kurucularından biri ayrıca.
Yeniköy’de bir yalıda doğup, siyasi düşünceleri yüzünden cezaevinde, beş parasız sokakta, ölmeden önce mezarda ama en çok da teknede yatmış. Ünlü aile soyadını reddedip “Ölümüm denizde olsun diyecek kadar deniz aşığı” biri ne yaparsa onu yapmış. Ali, denizcidir demiş, Ali Denizci olmuş. Denizde avlanmış, yüzmüş, beslenmiş, içmiş, denize dalmış, üstelik derin dalmış.
“Hayat bana verdi, şimdi sıra bende” ve “Görüyorsam, duyuyorsam, sorumluyum” düşüncesiyle kurduğu, şubeleri Türkiye’ye yayılan Derviş Baba’daki sorumluluğunu devrettiğinde yeniden ilk aşkı denize dönecek.
Ekselansları, kardinal dük, profesyonel serseri ve merkez valisi Ali Denizci’nin sıra dışı hayatına, deliler, abdallar, meczuplar, âşıklar ve yolda kalanlara sığınacak bir liman olsun diye yaptırdığı Derviş Baba Külliyesi’nde konuk olduk.
Deniz hep hayatınızda oldu değil mi?
Yeniköy’de denizin kıyısında büyüdüm. Boğaz çocuğuyum. Ailem Rize kökenli, oradan gelen bir ilişki de var. Hep teknem oldu. Dedemin de vardı. Kendimi hatırladığım günden beri balık tutarım. Biraz büyüyünce ağ atmaya başladım. Sandalım vardı, kürek çekerdim, iyi yüzerdim. Şimdi bilmiyorum; iyi yüzüyor muyum, yüzmüyor muyum?
Neden, uzaklaştınız mı denizden?
Denizden pek uzaklaşmadım aslında. Alkolik yaşamımda da sürekli deniz kıyısındaydım, hep manzaraya karşı içtim. Şimdi yaşadığım ev de Fener’de, Üsküdar’a kadar denizi görüyor.
Neden denizsiz yapamıyorsunuz? Deniz size ne ifade ediyor?
Deniz yaşamdır. Atatürk diyor ya, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuştur.” Bence denizi olmayan, denizle ilişkisi olmayan bir insanın da hayatta birçok tarafı eksiktir. Mesela eşim Sivaslı olduğundan Sivas’a giderim, Denizli’ye, Muğla’ya giderim. Bir günden fazla duramam. Ancak denizi olan yerde kendimi özgür hissediyorum. Göl ya da nehir de olmaz, deniz olacak. Göllerde de avlanılabilir, ben de çok avlandım. Ama hayır illa deniz.
Göller ya da nehirler denizin verdiği duyguyu vermiyor mu?
Sanki sınırları var. Sınırlar beni her zaman rahatsız eder. Özgür olmalıyım. Deniz benim için o özgürlüğün simgesi belki de. Sokaklarda yaşadığım dönemlerde, hava fırtınalı olduğunda tekneye atlar, Karadeniz’in girişine giderdim. Tekne sallanırdı, ıslanırdım ve denizi seyrederdim.
Derin bir büyülenme değil mi?
Evet. Denizle kurduğum her türlü ilişki bana zevk veriyor aslında. Tekneyle Büyük Okyanus’u geçmekten de çok zevk aldım. Basit bir kamışla kıraça avlamaktan da. Ben kıraçaya, istavrite sadece son 4-5 senedir para veriyorum. Öncesinde canım istavrit çektiğinde gidip yakalardım. Ayrıca dalmayı severim. Senelerce daldım. Galiba hala dalıyorum ama daha bu sene kısmet olmadı. Bir de balık tutmasını bilen kişi dünyada aç kalmaz. Mesela Gökçeada’da yıllar önce insanların yosunlardan bile yemek yaptıklarını gördüm. Deniz seni besliyor. Sokakta yaşadığım zamanların büyük bölümünde beni de besledi. Midye çıkarttım, balık yakaladım, ağ attım, denizde yattım, aylarca tekneden çıkmadım. En sıkıntılı anlarımda tekneye atlar, Heybeliada’da, sanatoryumun oradaki koya demirlerdim. Gece koyun girişini tek başıma ağla kapatır, sabahleyin bir sürü balık alırdım.
Emirgan’da Sakıp Sabancı’yla karşılaştığınız yıllar mı?
Sabancı’yla karşılaştığım dönemde tekneyi karaya çekmiştim. Hesapta boyayacaktım. Teknenin içinde yatıyordum. Sabah karşılaştık ve “Benim evin denize uzaklığı 200 metre, seninki 1 metre” dedi.
Kıskanmıştır sizi…
Yok canım! İstese denizin altına da ev yaptırırdı. Denizle ilişkisi olan biri değildi ki. Kayseri kökenli, Adana’da büyümüş. Allah rahmet eylesin, 200 lirasını almıştım. Bana iyiliği oldu. Ama denizle ilişkisi olan birinin en azından balık tutmasını beklerim. Sabancı’nın hiç balık tuttuğunu görmedim.
Ya da tekneyle denize çıkmasını…
Rahmi Koç da yalıda oturuyor. “Maviden” isimli çok güzel bir teknesi var. Koç Müzesi’ne gidip gelirken ulaşımını onunla sağlıyordu. Çok büyük bir tekneyle dünyayı dolaştı. Balık tuttuğunu görmedim ama denizle iyi bir ilişkisi var. Denizle ilişkisi olan insan yemeğini denizde, teknede yiyebilmeli. Çok lüks bir yemek de olabilir, gariban yemeği de olabilir. Onu denizle ilişkin belirler. Mesela hava çok sıcak olurdu, benim gibi sabahtan içmeye başlamış birine ekstra sıcak bastırır, strafordan bir masa yapardım, içkilerimi ve mezemi o masanın üstüne koyardım. Öğlenden gece saatlerine kadar boynuma kadar denizin içinde içerdim.
Hala tekneniz var mı?
Yok, 3 sene önce Yeniköy barınağında suyunu boşaltamadığım için yağan yağmurlardan battı. Hayatım “Derviş Baba” haline geldi. İlgilenemiyorum. Bir süre daha tekne almayacağım. Tekneleri görünce içim gidiyor ama bakamadıktan sonra anlamı yok.
Ne zaman tekrar olacak?
“Derviş Babalar” için 3 yıllık bir zaman belirledim kendime. Sonra kendi hayatıma çekileceğim. Tamamen karayla bağlantısı kopmuş 20 metrelik bir teknede yaşamak gibi bir gençlik hayalim vardı. Onu yapar mıyım, karım bunu ister mi, onu o günün şartları belirler. Planım 3 sene sonra tekneyi Arnavutköy veya Kuzguncuk’ta bir yere çekip senelerce ya da en azından sıkılana kadar onun içinde yaşamak. İşte o zaman denizle ilişkim tekrardan başlayacak.
Senelerce Stockholm’de teknede yaşayan heykeltıraş İlhan Koman gibi.
Ben de Stockholm de okudum, tanırdım, sevdiğim bir insandı. Deniz öyle bir şey ki kanına girdiği zaman İstanbul gibidir, bırakmaz seni. Yani bir İstanbul bırakmaz insanın yakasını, bir de deniz bırakmaz. Dünyanın her tarafında, sıcak denizlerde de, soğuk denizlerde de, deniz mağaralarında da hep tek başıma daldım. Tabii tek başına dalmak ciddi bir risk ama ölürsem de denizde öleyim. Aslında deniz bana hep yalnızlık ve özgürlük hissi verdi. Sonraları sınırlı hissetmemizin nedeninin beynimizdeki sınırlarla ilgili olduğunu anladım. O sınırları kaldırınca her yerde özgürsün ama yine de deniz bambaşka bir şey.
Belki vücudumuzun 4’te 3’ü su olduğu için böyle hissediyoruz.
Yok canım! Yeniköy’e, İstinye’ye veya Sarıyer’e deniz kıyında yaşamış Rizeliler ve Trabzonlular gelip yerleşiyorlar. Oraların tepelerine de Sivas’tan ve Kastamonu’dan gelenler. Genetik kodlarında ne varsa insanlar onu arıyor. Sivaslı biri neden deniz kenarına gelsin ki! Genetiğinde yok. “Deniz işte! Güzel manzara” deyip çekiliyor. Ama bizim için öyle değil. Bizim için deniz her şey anlamına geliyor.
Hayatımda iki şeyden hiç vazgeçmedim, biri İstanbul, diğeri deniz. Aslında galiba benim asıl tutkum Boğaz. Rize’yi de seviyorum, orada da babamın evi var, Rusya’ya doğru bakıyorsun çok güzel ama orası benim için sadece bir peyzaj. Oysa benim denizimde hareket olmalı, tekneler, gemiler, yelkenliler, yüzenler olmalı. Mutlaka ticaret olmalı, çünkü ticaret uygarlık demektir. Tophane’yi, Kırım’ı, Azak Denizi’ni o yüzden severim.
Bir deniz memleketinde yaşıyoruz ama denizle sizin gibi ilişki kuran çok az insanla karşılaşıyoruz.
İstavrit, kalkan, çinekop bunların hepsi Rumcadan gelmiş isimlerdir. Çünkü denizlerimizin sahibi onlardı. Biz daha içselleştiremedik. Mesela Emirgan’da birkaç sene önce iskorpit tutuyorum. Biri geldi “Bu ne balığı?” diye sordu. Doğma büyüme Reşitpaşalı’ymış. Denizin yanı başında ama denizden çıkan balığı tanımıyor. Türkler maalesef denizden uzak durdular, korktular veya ilgilenmediler. Mesela bana göre Marmara Denizi, Karadeniz’den daha tehlikelidir. Çünkü Karadeniz’de denizin patlayacağını sezersin, sığınacak vaktin vardır ama Marmara’da öyle bir vaktin yoktur. Peki, Marmara’da ölen kaç kişi duydunuz? İnsanların denizle ilişki kurmamak için sadece bahaneleri var. Balık tüketimine ve balık çeşitlerine bak. Denizlerde çeşit çeşit balık var ama halk bunu ne tanıyor, ne biliyor. Birkaç balık arasında sıkışmış kalmışlar. Çırçırı bilen yok.
Ama eskiden fakirin yiyeceğiydi, insanlar dalıp çıkarıp yiyordu diyorlar…
Benim büyüdüğüm yıllarda öyle pek zenginlik yoktu. Zenginliğini ifade edebileceğin birkaç şey vardı. Mesela istediğin kadar paran olsun, istediğin kadar tavuk yiyemezdin. Tavuk kasaba, üstelik tüyleriyle gelecek de alıp yiyeceksin. Haftada bir Levent’teki kasapta ancak bulabilirdin. İstediğin blue jean’ı giyemezdin Avrupa’dan getirtmen lazımdı. Zenginliğini ifade edebilecek bir şey yoktu ama o yıllarda herkes balık yiyordu. Yine de kalkan, hamsi, çinekop, mezgit gibi bildik çeşitlerin dışına çıkılmıyordu. Sadece bizim gibi Boğaz çocukları midye, istiridye, karides ve iskorpit yerdi. Onları yediğimiz için yukarda oturanlar bize şüpheyle bakarlardı. Aslında hayatımın bütün dönemlerinde ana eksenim hep deniz oldu. O yüzden “Denizci” soyadını aldım.
Bence siz tüm deniz tutkunları gibi daha saatlerce denizi anlatabilirsiniz…
Tabii ki. Ben evi terk ettiğimde teknede yaşamaya başladım. Biri geldi Rumeli Hisarı’nda, “Beni Anadolu Hisarı’na götürür müsün?” dedi. Balıkçı teknem vardı. Götürdüm 20-30 lira verdi. Milyon dolarlarım var o sırada. Sonra Anadolu Hisarı’nda içmeye devam ettim. Biri geldi, “Beni Bebek’e götürür müsün?” dedi. Gece olana kadar 7-8 kişiyi götürdüm getirdim. Sonra birileri geldi, “Teknede içebilir miyiz?” dediler. İçersiniz dedim. Giderken 200 lira para bıraktılar. O gün, ben niye şantiyeler arasında dolaşıyorum ki diye düşündüm. Burada da para kazanıyorsun. Kazandığın parayla bir ev almana olanak yok ama tekne zaten evin.
Deniz insanı farklı galiba.
Denizlerdeki insanlar enteresan olur. Oradaki yardımlaşma bile farklıdır. Şimdi burada bir evin kapısını çalıp da bir şey istemen çok zor ama denizde öyle değil. En büyük gemiden en lüks yata kadar hepsine gider, su istersin, emek istersin ve alırsın. Denizde statü yoktur. Rahmi Koç da olsa fark etmez. Mesela parasız kaldığımda Kayahan ve Müzeyyen Senar’ın Bebek koyundaki teknelerine gider, “İçkim, param yok ve karnım aç” derdim. Sadece “Burada mı yemek içmek istersin yoksa alıp gitmek mi?” diye sorarlardı. “Verin gideyim” der, içkimi, pişmiş balığımı alır, çeker giderdim. Şimdi bunu şuradaki bir evin kapısını çalıp yapmana olanak var mı? Semtin hangisi olduğunun önemi yok. Deniz öyle değil. Çünkü denizle ilişki kuran insanlar esnek olmak zorunda. Denizde radikal insan bulamazsın.
Maalesef denize karşı güzel hisler beslemek bugünlerde epey zorlaştı. Akdeniz bir mezarlığa dönüştü. Binlerce mülteci boğuldu. Derviş Baba, birçok Suriyeli mülteciye de yardım ediyor değil mi?
Bizim Suriyeli veya mülteci diye bir tanımımız yok. Türkçe bilenler var, bilmeyenler var. Türkçe bilmeyenlere Türkçe öğretiriz. Genel anlamda da insanlara, hayvanlara, doğaya yardım ederiz. Yolda kalanın yola devam etmesini sağlarız. Suriyeliler fazla ama bu bölgede Çinliler de var, Doğu Türkistanlılar da, Özbekler de, Afganlar da, Iraklılar da. Çünkü Fatih genel anlamda Müslüman mültecilerin tercih ettiği bir yer. Bu ara nedense Ekvatorlular çok. Bir de Ankara Derviş Baba’ya yeni yeni Somalililer gelmeye başladı. Gelenler Animist. Birleşmiş Milletler yerleştiriyor. Elbette çok kötü durumda olan Türkler de var. Onları da es geçmiyoruz. Ama bizim din ve ırk tanımımız yok. Yardıma ihtiyacı olan insan ve hayvan tanımımız var.
Savaş ve göçlerden etkilenen insanlarla bire bir iletişim halindesiniz. Tüm bu kaos hakkında ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle Akdeniz’i ve Manş Denizi’ni ölüm denizi haline getiren emperyalistlere bakmak gerekiyor. Devletlerin Akdeniz’de mülteci botlarını batırdıklarını gözlerimle gördüm. Devletleri, Manş Denizi’nde mülteci botlarını batırırken, Fransız anarşistler mülteci çocuklarına kendi üzerlerindeki montları veriyordu. Asıl faşistler devletlerdir ama Türkiye devletini ayrı tutuyorum. Çünkü dünyanın bütün ikiyüzlülüğüne karşın Türkiye 3,5 milyon insana kucak açtı.
Aslında Batı’yı mükemmel makyajı olan ve çok güzel görünen bir kadına benzetiyorum ama o makyajı kazıyınca altından çok çirkin bir cadı çıkıyor. Muhtemelen Batı’nın çöküşü de mültecilerle beraber olacak. Beni 22-23 yaşlarında British Council’de belgesel izlemeye davet etmişlerdi. Votkamı kaptım, zuladan içerek izliyoruz. Belgesel Kenya’nın işgalini anlatıyor. Varoştan gelen bir “zenci” kendi ülkesinin başkentinde uşaklık yapma bonservisini almak için “medeniyet sınavı” denen bir sınava girmek zorunda. Sınavda paltosunu, şapkasını askıya astığı, yanına oturan kadının sandalyesini çektiği, eti çatal bıçakla yediği için puan alıyor ve tüm testleri geçtiğinde kendi ülkesinde uşaklık yapma hakkını elde ediyor. Belgeselin sonunda votka şişemi duvara fırlattım ve bağırmaya başladım “Çatal bıçağı çok iyi kullanıyorsunuz ama Kenya’da 1 milyon çocuk öldürdünüz” diye. Şimdi bugün aynı hikâye devam ediyor. Çatal bıçak kullanmayı çok iyi bilen insanların, Irak’ta, Suriye’de ve ülkemizde neler yaptıklarını görüyoruz. Kısacası biz bu filmi biliyoruz.
Geçen gün benle görüşmeye gelen Danimarka heyetiyle 10 dakika konuştum ve derhal kovaladım. Çünkü şunu sordum “Kaç Suriyeliye yardım ediyorsunuz?” Cevap “Bin tane”. “Bin aile mi, kişi mi?”. Cevap “Kişi”. “Peki, bütçeniz ne?” Cevap “5 milyar Euro”. Oysa Derviş Baba’nın bütçesi falan yok. Yardım ettiğimiz kayıtlı Suriyeli aile sayısı ise 800, her aileye 10 kişi koyduğunda 8 bin kişi yapar. Kayıtlı toplam 7 800 ailemiz var ve 4 bin ailenin aylık gıdasını düzenli olarak gönderiyoruz.
Tüm bunları yaparken bir yandan sizi yaftalamaya çalışan insanlarla da uğraşıyorsunuz…
Birileri adımızdan ötürü bize şeriatçı diyor. Oysa “Derviş Baba” sadece bir isim. Evet, Ali Denizci’nin dini inançları var ama Ali Denizci dini inançlarını ne oğluna, ne kızına, ne de karısına yansıtıyor. Oğlum bana 7-8 sene önce “Baba Allah var mı?” diye sordu. “Kendin bulacaksın” dedim. Dinden ve siyasetten uzak, ülkemden yanayım. Ülke elden giderse başka gidecek yerimiz yok.
Destekçileriniz kimler?
Mesela bir bayram kampanyası yapıp 2700 çocuğu giydirelim dedik. Onları 20 ayrı gruba ayırıp mağazalara gittik. Dört ürün hakları vardı. Ne seçtilerse aldık ve çocukları mutlu bir şekilde evlerine gönderdik. Kasada insanlar “Ne yapıyorsunuz?” diye sordular, anlattık. Hiç tanımadığım, ismini bile bilmediğim bir adam 4700 liralık faturayı ödedi. Böyle ismini bilmediğimiz nice insan var. Mesela Manisa Turgutlu’da oturan Çiçek teyze destekçimiz. Her ay Derviş Baba’ya 10 lira gönderiyor. Bir de Adapazarı’ndan 15 lira gönderen Meliha teyze var. Ben derneğe ne kadar para geldi gitti, bunlarla hiç ilgilenmem ama Meliha ile Çiçek teyzeler para göndermiş mi sorarım. Çünkü Çiçek teyze şöyle yazmıştı: “Bir malul aylığım var. Bu aylıktan tüm zaruri harcamalardan sonra sadece 10 lira arttırabiliyorum.” Destekçilerimiz böyle, ayırabildiği 10 lirayı bize gönderen önemli insanlar. Burası 10. Şubemiz. Barcelona ve New York’ta da açacağız. Türkiye’de ise Kadıköy, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Bursa’dan sonra muhtemelen Aydın ve Manisa’da da yeni Derviş Babalar kuracağız.
Derviş Baba, Fatih’te “Derviş Baba Külliyesi” olarak isimlendirdiği yerde 3 ayrı bina inşa ediyor. Bu binalarda butik, kafe, konferans salonu, oyuncakçı, kırtasiye, ayakkabı mağazası, market, soğuk hava deposu, kreş, berber, pedagog ve bağımlılık danışma odaları, sinema salonu, sokaktan toplanan deli ve meczupların kalacakları yerler ve dershaneler olacak. Derviş Baba’ya adımını atan ihtiyaç sahibi insanlar 1 kuruş para ödemeden iç dış giysilerini, ayakkabılarını, çocuklarının oyuncaklarını, kırtasiye gereçlerini alacak, market alış verişlerini yapacak ve çıkacaklar. İsterlerse tıraş da olacaklar. Ali Denizci, koşuşturan gönüllü mimarlar ve inşaatta çalışmaya gelmiş madde bağımlılığı tedavisi gören bir gencin yanından geçerek bize inşaat halindeki külliyeyi gezdiriyor. En etkileyicisi ise kocaları alkol ve madde bağımlısı 20 yaş civarı genç annelerin, çocuklarını külliyedeki kreşe bırakıp ünlü şeflerden pasta, turşu, reçel, ev makarnası, organik ekmek yapımını öğrenecekleri “work shop” alanları. Aslında işin çoğu bitmiş ama tüm bu iyi niyetli çabanın tamamına ermesi için biraz daha desteğe ihtiyaç var. Derviş Baba’nın felsefesi “Görüyorsak, duyuyorsak, sorumluyuz”. Biz de Vira olarak denizcilere diyoruz ki “Görüyorsak, duyuyorsak ve okuyorsak sorumluyuz.”