“Denizde olmakla denizlere sahip olmak arasındaki farkı çok iyi yakalayan yazarımız Turhan Bozkurt, eşi benzeri olmayan bir deryanın ortasında olan Türkiye’nin “Deniz yolunu kullanmayan, denize sırtını dönen, denizlerde bayrak dalgalandırmanın bin bir yolu varken hiç oralı olmadığı gibi müsteşarlık çatısı altında ummanlara hükmedeceği vehmine kapılan bir ülke” olduğunu dile getiriyor. Ve ekliyor; “Büyük hedeflere büyük yürekler, büyük kurumlar, büyük gayretlerle ulaşılabilir. Türkiye daha büyük olmak istiyorsa denizlere yüzünü dönmelidir”.
Denizden, denizcilikten bahsetmek dar bir çevreye münhasır bir imtiyaz olarak kabul görmüşse baltayı ilk olarak buna vurmalıyız. Çünkü deniz, 8 bin 484 kilometre kere gerçek, denizcilik ise hava kadar, su kadar aşinası olduğumuz kadim bir meslek bizim için. Nasıl olduysa sudan korkan, deniz denince boğulma haberleri ile yüreği hoplayan bir millet haline geldik. Zahmet edip dünya denizcilik tarihine göz ucuyla temas ettiğimizde bile, Türklerin 10 asırdır deryaya yelken açtığını müşahede edecektir. Denizde olmakla denizlere sahip olmak arasındaki farkı da çok iyi yakalayan Çaka Beyler’den, Oruç Reisler’den bize kalan mirası maalesef heder ettik.
Türkiye’nin Avrupa, Orta Asya ve Orta Doğu arasında tabii bir köprü konumunda olduğunu hep söyleriz söylemesine de, bu köprüyü ayakta tutan, jeo-stratejik değerine değer katan yegâne unsur; Karadeniz, Ege ve Akdeniz’e kıyısı olan tek ülke olması değil midir? Hem böylesine bir deryanın orta yerinde tabii bir köprü olacaksınız, hem de köprünün ayaklarına önem vermeyeceksiniz. Kamunun elinde yüzen batıklara dönen denizcilik KİT’lerine özel müteşebbisin güdük kalmış yatırımlarını da eklediğimizde; un, yağ ve şekeri olup da helva yapamayan zavallı aşçı durumuna düştüğümüzü itiraf etmekten niçin çekiniriz ki!
Denize düştüğümüzde sarıldığımız can simitleri cılız olmamalı
Deniz yolunu kullanmayan, ancak dış ticaret yüklerinin yüzde 90’ını gemilerle taşıyan… Kötü yönetim örneklerinden ders alıp doğrusunu ikame etmek dururken elde avuçta ne varsa satıp savıp denize sırtını dönen… Denizlerde bayrak dalgalandırmanın bin bir yolu varken hiç oralı olmadığı gibi müsteşarlık çatısı altında ummanlara hükmedeceği vehmine kapılan bir ülke Türkiye. Haksızlık etmek için yazmıyorum bu satırları. Denizciliğe matuf Kabotaj hattında Türk bayraklı deniz taşıtlarına getirilen ÖTV muafiyeti, gemi inşa sanayini Tuzla zindanından Yalova’ya kanatlandırma çabaları, düne kadar İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden biri de olsa, 861 milyon dolara 30 yıllığına Tepe Akfen’e devredilen İDO’daki başarı hikâyesi ve gizli zenginlerimizin armatörlüğü nihayet fark etmiş olmaları yüreğimize su serpse de, denizdeki kayıplarımızın telafisini mümkün kılacak reçete bunlarla sınırlı kalamaz. İDO’ya havalimanı devi TAV’ın kurucu ortaklarından gelen fiyatı düşük bulanlardan değilim. Aksine denizciliğe de yatırım yapılabilir algısına katkı sağladığı için ihaledeki rakam kadar, sokakta oluşturduğu hissiyatı da kayda değer buluyorum. Lakin deryanın ortasındaki bir ülkede bu kadar cılız olmamalıydı denize düştüğümüzde sarıldığımız can simitleri. Neyse ki son senelerde gayretli bir bakan, ona eşlik eden mütevazı bir bürokrat kadrosu ve ekmeğini denizden çıkaran çalışanlar, aşkla sahip çıktılar bu meseleye de, bahsedecek güzel örneklerimiz de oldu yukarıdakiler gibi. Ama yetmez.
Denizi merkeze alan bir devlet politikası bizi hedefe ulaştırır
Bölgede proaktif bir ülke olmanın yolu denizciliğin askeri, sınai ve ticari alanlarında ben de varım demekten geçiyor. Libya’da karışıklıklar çıkacağına dair ilk işaretler geldiğinde Orhangazi ve Osmangazi feribotları gece yarısı yola çıktı. Türkiye hem kendi insanını, hem de farklı ülke vatandaşlarını büyük bir suhuletle denizden tahliye etti. Dünya hükümetimizi, denizcilerimizi alkışladı. Yine Libya’daki çatışmalarda yaralananları Samsun Feribotu ile Türkiye’ye getirdik. Şifa dağıtan, zor durumdakilere el uzatan ülke imajımızı, üç parça feribotla nasıl da parlattık değil mi? Samsun Feribotu’nun paslanmaya terk edildiği, personelinin limanda aylarca mesai doldurmak için gelip gittiği günleri unutmadık. Teknik ömrü dolduğundan mı böyle yapıldı? Tam aksine gemiler ve mürettebatları diri diri karaya gömüldü bir dönem. Denizyollarının başına gelenleri bilenler biliyor.
Türkiye son Libya örneğinden ders almalı. Akdeniz’de boy göstermek, Ortadoğu’da sözü dinlenmek, Karadeniz’e göz kulak olmak için milyonlarca gemiye ihtiyaç yok. Tarihte olduğu gibi bugün de, denizi merkeze alan bir devlet politikası yeterli olacaktır bahsettiğimiz hedefe ulaşmak için. Ama Denizcilik Müsteşarlığı elbisesi ile bu hedefe varacağımıza inananlar çok büyük bir yanılgı içinde. Bunu anlamak için uzağa gitmeye gerek yok. Kıt bir bütçe, sınırlı imkânlar ve Ulaştırma Bakanlığı’nın onay mekanizmalarında kaybolmuş bir idari yapıdaki müsteşarlık, boyundan büyük işlerin altından nasıl kalkabilir? Kendisine tahsis edilen ödenekle kendi ihtiyaçlarını ancak karşılayabilen, cari giderleri ile gelirleri başa baş bir kuruma yükleyelim sorumluluğu. Sonra da hep beraber işimize bakalım öyle mi? Müsteşarlığın kadrosunda yabancı lisan bilen personelin oranı yüzde 8. Merkez ve taşra teşkilatında bin 274 kişi vazife yapıyor. Denizin ortasında/kıyısında olmakla, denizci olmak arasındaki farkı anlamak isteyenlerin Norveç’e, Almanya’ya, ABD’ye, Yunanistan’a, Çin’e, Güney Kore’ye, Singapur’a hasılı bizim dışımızdaki denizci ülkelere bakması yeterli.
Hızlı adımlarla hareket etmeliyiz
Denizcilik evcilik oyunu olmadığı gibi devletin bütün iradesi ile sahiplenmesi gereken hayati bir sektördür. Güvenli, çevre dostu ve düşük maliyetli olmasındandır ki, uluslararası ticaretin yüzde 90’a yakını denizyolu ile yapılıyor. Amerika dünyayı denizlerden yönetiyor. Komşumuz Yunanistan, armatörleri de olmasa Brüksel’in kapısına yatak yorgan serecek vaziyette. Türkiye’nin 2023 ihracat hedefi 545 milyar dolar. İthalatı da 650 milyar doları bulacak. Bugünün neredeyse dört katına varan bir artışı olacak dış ticaret yüklerinde. Limanlarımız, Türk bayraklı konteyner gemileri, kimyasal tankerler, koster filomuz, gemi adamlarımızın nitelik ve niceliği, en önemlisi de gelişen ekonomiye ayak uyduracak bir sektöre yön verecek teşkilatlanma ne durumda? Bu soruları arka arkaya sormalı ve iyi düşünülüp verilmiş cevaplar ile hızlı adımlarla hareket etmeliyiz. Söz dönüp dolaşıp bu yükü sırtlayacak Denizcilik Bakanlığı’na geliyor. Spor bakanlığı isteyenlerin sesinin daha gür çıktığı dikkate alınırsa, çok fazla ümitlenmenin anlamı yok. Sektör temsilcileri, odalar, dernekler, armatörler, gemi adamları, balıkçılar, eli kalem tutan deniz tutkunları omuz omuza verirse, yeni Anayasa’nın gündeme geleceği önümüzdeki günleri Denizcilik Bakanlığı için tarihi fırsata dönüştürebiliriz. Bu birilerinin ‘fantezi’ diye nitelediği bir heves değil. Denizde gerçekten olma iradesinin bir yansımasıdır. ‘Boş verin’ deniyorsa, Denizcilik Müsteşarlığı’nın 2009-2013 yıllarını ihtiva eden Stratejik Planı’nda yer alan; ülkemizin deniz ulaşımındaki ve ticaretindeki payının arttırılması, kruvaziyer taşımacılığının ve yat turizminin geliştirilmesi, yat limanı sayılarının arttırılması, Türk tersaneciliğinin geliştirilmesi, denizlerimizde ve Boğazlarımızda emniyet ve güvenliğin arttırılması, denizcilik sektörünün geliştirilmesine yönelik Ar-Ge çalışmalarının yapılması hedeflerini 20 yıl sonra yine ulaşılamamış hedefler olarak konuşmaya devam ederiz. Bakar mısınız aynı planda ne yazıyor? “Ülkemizde denizcilikle ilgili hedef ve politikaları belirleyen, gerekli düzenleme ve denetlemeleri yapan kamu otoritesi olan Denizcilik Müsteşarlığı…” Büyük hedeflere büyük yürekler, büyük kurumlar, büyük gayretlerle ulaşılabilir. Türkiye daha büyük olmak istiyorsa denizlere yüzünü dönmelidir.
Vira Dergisi