Gazetecilik mesleğini “Virüsümle ‘tabiatım itibariyle’ gayet barışığım, mutluyum” diyerek özetleyebilecek kadar içine sindirmiş Hülya Okur. Röportaj yapmayı çok ama çok sevdiği her halinden, her bir cümlesinden belli… Ve onun tabiriyle bu virüs Gazeteci eşi Mücahit Okur’dan bulaşmı. Dile kolay 300 röportaj yapan Okur için Aydın Menderes ve Muhsin Yazıcıoğlu röportajları ise farklı bir yere sahip… Neden mi? Çünkü hislerin ve duyguların hüküm sürdüğü anlardan derlenmiş… Peki, Ankara çocuğu olan böyle biri için mavinin anlamı nedir dersiniz? Bunu “İstanbul sayesinde gerçek anlamına, Bodrum sayesinde de özüne kavuştuğu bir alem.” diye cevaplayan Haberx’in gazeteci kadrosunda yer alan Hülya Okur ile yaptığımız söyleşiye hayatı da, denizi de sığdırdık…
Hülya Okur’un gazetecilik serüvenini öğrenerek başlayalım mı?
Tabi memnuniyetle… İtiraf edeyim, gazetecilik virüsü eşimden bulaştı. Eşim Mücahit Okur, biz evlendiğimizde 15 yıllık basın-yayın mezunu bir gazeteciydi. Fakat onu ve çevresini tanıdıkça şunu da anladım ki, gazetecilik sonradan edinilen, tavsiye üzerine seçilen, hayatını kazanma planları içinde değerlendirilecek bir meslek olamaz. Gerçekten; meraklı, hırslı, bilgi açı, olayların üzerine giden, eğrileri, noksanları ve hataları hemen fark edebilen, detaylara hakim, görmeyi ve bakmayı aynı anda başarabilen, dünyayı anlama ve ona dair bir görüş sahibi olma düşüncesinden vazgeçmeyen biri iseniz “Gazetecilik” kıyafetini daha iyi taşırsınız, kanaatindeyim. Benim inkişafım kendi kendime oldu. Kendimde gördüğüm yetenekleri, hangi meslekte kullanabileceğim konusunda eşim sadece “mesleki işaret levhası” yerine geçti. Bir sanat dergisinde röportajlara başladım, ilk röportajım 2006 yılında, derginin “Türklük” konusunun işlendiği bir sayıda “Turgut Özakman” ile oldu. Sonradan rotamı “haberx” e çevirdim. Medyanın geleceğini internet gazeteciliğinde görmem dolayısıyla, izlediğim yol konusunda müsterihim. Ve virüsümle “tabiatım itibariyle” gayet barışığım, mutluyum.
İş hayatınızın başlangıcı müşteri temsilciliği ve basın danışmanlığı alanlarında olmuş, paralel diye bileceğimiz alanlar olsa bile tam anlamıyla gazeteciliğe geçmeniz nasıl oldu?
Yazmak, çocukluğumun kazanım tablosunda ilk sırasını her zaman koruyan bir eylem oldu. Okuma kültürümü zenginleştiremememe rağmen, elimden kalemi düşürdüğüm bir dönemim olmadı. Yolculuk esnasında insanlar vakit doldurmak için yanlarına kitap almayı uygun görürlerken, benim için içi boş bir ajanda hep çok daha fazla şey ifade etti. İnternet ortamında yazılarımı paylaştığım sitelerin birinde, “Martılar” üzerine yazılmış bir yazıya rastladım. Tarz ve üslup benim yazı dilime çok yakındı. Hemen yazının sahibini araştırmaya koyuldum. Kendisine ulaşmamın akabinde gelişen msn sohbetlerimizde, yazarlık konusundaki becerilerime yoğunlaştık ve sürpriz bir şekilde kendisinin bir sanat dergisi sahibi olduğunu öğrendim. Ardından da teklif geldi tabi.
Sizi bu meslekte cezbeden noktalar neler?
Beni cezbeden yönleri, merakımdan dolayı suçlanmıyor olmak, garipsenmemek, tuhaf karşılanmamak. Küçükken anneannem benimle çarşıya-pazara gitmek istemezmiş. Çünkü sıra dışı bir olay ve görüntü ile karşılaştığımda hemen olay yerine nüfuz etmek için harekete geçer, kişileri çeşitli sorularımla muhatap edermişim. Anneannem de sorduğum sorulardan utanır, beni oradan uzaklaştırırmış. Şimdi yaptığım iş, özellikle “röportaj yazarlığı” olduğu için soru sorma özgürlüğü açısından bana zenginlik katıyor. Ayrıca genel anlamda gazeteciler insanlara “yayındayız, artık ünlüsünüz” jestinin yanında “yaptıkların bilinirse rezil olursun” ültimatomu da verdiğinden her açıdan ellerini güçlendiriyorlar. Yani bu mesleği iyiye kullanan da, kötüye kullanan da; prestij, güç ve güven sahibi oluyor. Bütün bu realitelerin arasında ben, güçlüye tabi olmaktansa güce tabi oldum.
Bildiğimiz kadarıyla bugüne kadar bir sürü ünlü isimle röportaj yaptınız. Yaptığınız röportajlar açısından aklınızda kalan, sizin için unutulmaz olan röportajlar kimlerle yaptıklarınız?
300’e yakın röportajımın arasında Aydın Menderes ile yaptığım en özeliydi diyebilirim. Kendisinin gözyaşına dokunmuştum, gözünün yaşını silmiştim, o anın etkisi hala üzerimde. Muhsin Yazıcıoğlu röportajının özelliği de şu oldu, 2007’de yaptığımız röportajı yayına verirken, giriş yazımda: “Beş gaip olan şey vardır… Bunlardan biri insanın nerede öleceğinin bilememesidir” diye yazmıştım. Ve 2009’da geçirdiği kazada yerinin tespiti konusunda yaşadığımız girdaplar bana, röportajın içime ne kadar işlediği, ne kadar özümsediğim ve ruhuyla ne kadar bütünleştiğim konusunda ipuçları verdi. Demek ki, profesyonelliği bir kenara bırakıp, mikrofon yerine hislerimi ve duygularımı uzattığım kişiler Sayın Menderes ve Sayın Yazıcıoğlu olmuş.
Makalelerinize gelirsek, farklı farklı konularda yazabildiğinizi görüyoruz. Hülya Okur daha çok hangi konularda yazmayı seviyor? Ve neden?
Ben aktüalite ve günlüğe yakın yazıları seviyorum. Kendimi açmayı, içimi dökmeyi tercih ediyorum. Yazılarım; yaşadıklarımın envanterini çıkartmak, muhasebesini yapmak konusunda bana çok büyük bir zemin sunuyor. Bir olayın bende karşılığı yoksa yazamam. Mesela son yazımda olduğu gibi (“Küfür ağızdan çıkan gözyaşıdır” başlıklı) Başbakan’ın sert üslubunu yazmak için kendime bakmam yeterliydi.
Gelelim denize… Deniz, Okur için ne ifade ediyor?
Deniz, bir Ankara çocuğu iken, su birikintisinden öteye geçmemiş tanımının, İstanbul sayesinde gerçek anlamına, Bodrum sayesinde de özüne kavuştuğu bir alem. İnsanoğlunun, canlılar aleminde ayak uydurabildiği tek yetenektir, yüzmek. İnsanları kendi doğalarına kabul eden balıkların, yaşamamızın üçte ikisini işgal eden suyun, yapı taşı olarak karşımıza çıkan tuzun, deniz hakkında bize veremediği bir şey kaldığına inanmak, delilik olur.
Ülkemizde veya dünyada denizini, kıyısını, sahilini, kumsalını sevdiğiniz yerler arasında neler yer alıyor?
İstanbul’da Ortaköy, Beykoz, Moda sahili… Bodrum’da Mazi Köyü… Çanakkale Assos, Ak Liman.
Tatil planlarınızda veya günlük hayatta kendinize es vermek istediğinizde deniz tercihlerinizi etkiliyor mu?
Direkt etkiliyor. Fakat yaz dönemleri dışında kuru memleket havasıyla da idare edebiliyoruz.
Denizle ilgili unutamadığınız bir anınız varsa paylaşır mısınız?
İstanbul- Bodrum arası karayolu mesafesi, beni ilk gittiğimde pes edip geri dönme noktasına getirmişti. “Ucunda cennet mi var ki?” diyerek hayıflanarak geldiğim yolun sonunda yaşadığım hicabı anlatamam. Dupduru deniz, doğa harikası orman ve gençliği ile ışıldayan bir gelin gibi metrelerce duvağı ile bizi karşılayan sahil şeridi… Sonrası tam bir utanç vesilesi tabi. “Hiç dönmek istemiyorum, beni götürmeyin buradan” diye ağlayan bir insan hali.
Bir hanım olarak sofranızda deniz ürünlerine ne sıklıkla yer vermektesiniz ve en sevdiğiniz deniz mahsulü nedir? Kendinize ait bir spesiyaliniz varsa paylaşır mısınız?
En çok tercih ettiğimiz deniz ürünü balık tabi. Çipura, levrek, sarı kanat, çinekop, zargana, lüfer, somon damağımıza en uygun balıklar. Çok sevdiğimiz balık çorbasının tarifini gönül rahatlığı ile paylaşmak isterim: Malzemeler: üç dilim mezgit fleto, bir soğan, maydanoz sapı, iki çorba kaşığı un, iki çorba kaşığı tereyağ, bir yumurta sarısı, bir limon. Yapılışı: Balığı, maydanoz sapı ve kuru soğan ile kaynatalım, piştikten sonra süzüp, suyunu ayırdığımız karışımdan balık haricindeki malzemeleri atalım. Tencerede tereyağ ile unu kavuralım, üzerine balık suyunu dökelim, yumurta sarısı ve limon karışımından elde ettiğimiz terbiyeyi kaynayan suya katalım, balıkları da ilave edip bir taşımlık kaynamak suretiyle çorbamızı servise hazırlayalım.
Yaptığınız bir deniz sporu var mı?
Bol bol yüzerim. Hayatta en keyif aldığım şey bu olsa gerek. Kışın da havuzlar sayesinde bu tatmini yaşamaktan kendimi alamam.
Son olarak ülkemizde denizi hem kültürel hem de ekonomik anlamda yeterince kullanıyor muyuz? Ve denizlerimize sizce gereken önemi ve değeri veriyor muyuz?
Maalesef denizlerin kullanım alanını uluslararası anlamda ulaşım, sevkiyat veya geçiş noktaları, ülkemizde vapur yolculukları veya tekne turları ile sınırlı tutuyoruz. Oysa deniz, üzerinden geçiş izni vererek gösterdiği büyüklüğü, kirletilerek ve içi doldurularak ödüyor. Denizin içinde yaşayan bir dünya olduğunu, yaşayacak bir toprak parçası bulamadığımızda mı kanıksayacağız? Bence denizin yuttuğu insanlar değildir, insanlar denizi yutuyor. Ağaçları, yeşili, ormanı koruma kampanyalarının yapıldığı günümüzde, oksijenin yanında suyun önemine neden dikkat çekmediğimizi anlayamıyorum. Denizlerimizin kıyılarının taş ile doldurulması, deniz seviyesinin azalması, sanayi atıklarının denize karışması bizim hayatımızı tehdit eden başlıca unsurlardır aslında.
Dört tarafı denizlerle çevrili ülkemizde, denizcilik sektörü üzerine yoğunlaşsak, refah seviyemizi hiçbir ülke yakalayamaz. Çekek yerleri, yan sanayi, tersaneler, gemi inşası, yat, marina hizmetleri, dalış ve su sporları alanında gelişmek, ülke ekonomisini canlandırmanın dışında, olası krizleri de önleyecektir. Denizcilik politikasına dönük atılımların eksikliğini de duyuyorum. Deniz, karayolu ve demiryolundan daha ucuz ulaşım imkanı sunuyor olsa da, akaryakıt ve kaza oranlarında müspet anlamda ciddi bir fark kaydediyor olsa da, sektörün teminat mektubu, kredi, sanat okulu, mühendislik hizmeti gibi ihtiyaçlarını gören, gemi alıp- yaparak filolarını güçlendiren, yük ve yolcu artışına izin veren politikalar üretilmesi konusunda bir sıkıntımız olduğunu görüyorum. Deniz turizminin hak ettiği yerde olmasını umut ediyorum.
virahaber.com