Tam bir su insanı olan Vatan Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Barlas Yurtsever gazeteciliğe Milliyet Gazetesi’nde stajyer olarak başlamış çekirdekten yetişme usta bir kalem. Lise yıllarında kürek sporu ile ilgilenen Yurtsever, “Deniz insanlarının biraz daha yumuşak, biraz daha tolere eden, siyahla beyaz arasına biraz daha farklı renkler koyan kişiler” olduğunu belirtiyor. Denizcilerin ufkunun açık olduğunu vurgulayan Barlas Yurtsever’in Türk insanının denizle olan ilişkisi için de enteresan tespitleri var. Denizden para kazanmamız gerektiğinin altını çizen Yurtsever ile hem habercilikten, hem de denizcilikten bahsettik. İşte Barlas Yurtsever’in her iki konu ile ilgili saptamaları…
Gazeteci olmanız bilinçli bir tercih miydi?
Gazetecilik iletişim kökenli bir meslek, ama farklı disiplinlerde eğitim alanlar da gazetecilik yapabilirler. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdim. O zaman bütün gazeteler Cağaloğlu’nda idi, okula giderken hep gazetelerin önünden geçerdim. İkinci sınıftayken heves ettim ve 1987 yılında Milliyet Gazetesi ekonomi servisinde stajyer olarak işe başladım. O zamanlar için çok önemli bir fırsattı bir gazeteye girmek. Sektörde de hareketli bir dönem yaşanıyordu. Ayrıca okuldan ağabeyim de olan ekonomi servisi müdürümüz Umur Talu gibi beni destekleyecek biri de vardı. Dolayısıyla yabancılık çekmedim. Çok tecrübeli bir ekip vardı. Henüz altı aylık gazeteciyken, Sabah ve Gelişim Grubu’nun ortaklaşa hazırladığı yeni bir gazete projesinden haberdar oldum Umur Talu sayesinde. Oradaki kadroyu Umur Talu hazırlıyordu, beni de orada görmek istediğini söyledi. Böylece ilk transferimi yapmış oldum. Ancak gazete çok başarılı bir çıkış yapmadı. O yüzden ben de ara verip yurt dışına çıktım ve altı ay İngiltere’de kaldım. İngiltere’de de yapabildiğim kadar gazetecilikle ilişkili işlerle uğraştım. Altı ay sonra geri döndüm ve ekonomi dergiciliği dönemim başladı. 1990 yılında ekonomi dergiciliği konsepti daha gelişmemişti. Ercan Arıklı’nın patronluğundaki Gelişim Yayınları’nda Ekonomik Panorama diye bir dergi çıkardık, Bir süre sonra basına hızlı giriş yapan Asil Nadir; Günaydın ve Güneş Gazetesi’ni, ardından da Gelişim Yayınlarını satın aldı.
O dönem enteresandı. Neler yaşadınız, Vatan Gazetesi’ne nasıl geçtiniz?
Asil Nadir o zaman rasyonel maliyet modeli geliştirmişti grubun içindeki dergilerle ilgili. Nokta, Kadınca, Erkekçe, Gelişim Spor gibi dergiler vardı. Bu dergileri karlılıklarına göre sınırlandırmıştı. Bizim dergimiz bir Kadınca ya da Erkekçe gibi çok satan bir dergi olmadığı için, hasta dergi grubundaydık. Bunu anlamlı bulmadık. Çok satmıyordu, ama çok etkili bir dergiydi. O nedenle yönetimle anlaşmazlığa düştük ve grup olarak ayrıldık. Herkes başının çaresine baktı. Ben bir grup arkadaşla beraber tekrar Milliyet Gazetesi’nin ekonomi servisine döndüm. Daha sonra da Viyana’ya gittim, Anadolu Ajansı’nın muhabirliğini yaptım. Geldikten sonra TOBB’a bir dergi yaptık. Sonra bir süre ara verdim gazeteciliğe. 2001 yılında bu sefer Sabah Gazetesi’ne döndüm ve haber merkezinin başına geldim. Bir buçuk sene çalıştıktan sonra oradaki ekip ayrılarak yeni bir gazete kurdu. Ben de onlara katıldım, Vatan Gazetesi’nin kurucu ekibinin içinde yer aldım. 2002 yılının eylül ayından beri de buradayım.
Kısa da olsa yurtdışında da gazetecilik yaptığınıza göre Türkiye ile ne gibi farklar gözlemlediniz?
Türkiye cephesinden bakarsak, Türkiye’deki gazeteler, ajanslar, yurt dışında bir büro ağı kurmuyorlar. Birçok ihtiyaçları oluyor ama çok şey yapmıyorlar bu konuda. Viyana’da Anadolu Ajansı’nda çalıştım, ama parça başı diyebileceğimiz bir model üzerinden iş yaptım. Yurtdışında gazete ve ajans temsilciliği çok yaygın değil. Diğer taraftan gazetecilik Avrupa’da son derece tatminkar bir iş. Birincisi çok yüksek satış rakamları var. İkincisi de daha istikrarlı ve stabil bir toplum yapıları olduğu için Türkiye ile kıyaslanması mümkün değil. Türkiye’de heyecandan nefes alamazsınız. Sabah bir gündem ile başlarsınız, öğlene kadar birden başka bir fırtınaya döner işler, sonra tayfuna dönüşüverir. Avrupa’da bu yok ama önlerine bir haber geldiği zaman bizim basından daha derinlemesine konuyu ele aldıklarını söyleyebilirim. Türkiye’de çok sık gündem değişiyor. Bu da hepimizi zorluyor.
Gazetecilik ile ilgili sohbetimize ara verip, biraz da denizden bahsetsek…
Denizle aram çok iyidir. Su insanıyımdır diyebiliriz, küçüklüğümden beri mutlaka deniz tatili yaparım. Denize gitmediğimiz bir yaz yoktur, hatta meseleye sağlık açısından da bakarız. Güneşle temas etmediğimiz bir yaz olursa, kış aylarında daha çok hastalanacağımıza inanırız. Deniz sporlarına merak salmıştım lisede, kürek çektim. Çok da keyif aldım. O zaman Galatasaray Kulübü’nün deniz sporları merkezi Kuruçeşme Adası’ndaydı. Orada kışın teknelere kar da olsa atlar, İstinye Koyun’a kadar kürek çekerdik. Arnavutköy Burnu’ndaki dalgalarla heyecanlanır, alabora olmamaya çalışırdık. Sonra yine kar da olsa teknelerimizden üstümüzdeki formalarla denize atlar, duşumuzu alıp karaya çıkardık. Aslında deniz insanın karakterini yumuşatır. Denizle teması olmayan topraklarda yaşayanların biraz daha sert mizaçlı, biraz daha köşeli, siyahla beyaz arasında gidip gelen insanlar olduğuna dair gözlemlerim oldu. Deniz insanının biraz daha yumuşak, biraz daha tolere eden, siyahla beyaz arasına biraz daha farklı renkler koyan kişiler olduğunu söyleyebilirim.
Öyleyse mutlaka denizde başınızdan geçen unutamadığınız bir anınız vardır…
Öncelikle belirtmeliyim ki, Türk insanının açık denizde işi yoktur. Türk insanı denizin kıyısıyla ilgilidir daha çok. Annem babam belki 30 yıldır yazlık sahibidir, ama bir açılıp yüzdüklerini görmedim. Şöyle bir kıyıda serinleyip çıkarlar. Bizim sahillerimiz yazlık evlerle doludur. Herkesin çeşit çeşit mayosu vardır. Ama sadece kıyılarda serinlerler. Neyse bir yaz tatilinde Kumburgaz’da bir tanıdığımızı ziyarete gitmiştik. O zaman ortaokuldaydım, hatta bir sınav dönemiydi. Koşa koşa denize atladım. Çok sığ bir denizdir orası. Kolum önde suya kendimi fırlattım ve kuma çarpıp kolumu kırdım. Sınavda da hayli sıkıntı çektiğimi anımsıyorum.
Sanki bizim insanımız denizden biraz uzak duruyor…
Belki bunu tarihle izah edebiliriz. Anadolu, herkesin gözünün olduğu ve herkesin saldırdığı bir yer oldu hep. Bence deniz deyince, insanlar tehlike görüyorlar. Tehlike denizden geliyor diye bakıyorlar. Türk milletinin tarihine baktığınız zaman, denize ve denizden gelen tehlikeye karşı bir savunma geliştirmiş olduklarını görürsünüz. Yerleşim yerlerini daha sarp ve tepe yerlere kurmuşlardır. Antalya’da tatile gittiğimizde limanı olan bir ören yerini ziyaret ettik. Zamanında çok zengin bir toplum yaşamış orada. Bu zenginlikten dolayı o kadar saldırılara açıkmış ki, yerli halk bir prensip geliştirmiş; hiçbir gelene direnmemişler. Biz işimizi yapalım, siz de gelin katılın demişler. Yeter ki yakıp yıkmayın. Orada şunu düşünmüştüm; “Deniz insanının ufku açık oluyor ve üçüncü bir yol arıyor. İşgale gelmiş adama üçüncü bir yol gösteriyor”. Bu tabii Anadolu’daki Türk varlığından önceki toplumlardan birine ait bir hikâye. Osmanlı Devleti ise deniz savaşlarında başarılı olmuş olmasına ama bütün Kaptan-ı Deryalar devşirme aslında. Ondan sonra da deniz kültürümüz ve geleneğimiz fazla gelişmemiş.
Peki, yurt dışında deniz ve denizcilikle ilgili gözlemleriniz oldu mu?
İskandinav ülkelerine baktığınızda, Norveç mesela denizin bu kadar hakkını veren başka bir ülke var mıdır bilmiyorum. Mesela bizde baba oğluna bisiklet kullanmasını öğretir. Ama Norveç’te her baba oğluna yelken kullanmayı öğretiyor. Yani çocuk babası üzerinden deniz ve deniz sporlarına geçiş yapıyor. Neredeyse kutsal bir ritüel gibi. Bizde, ne zaman babalar çocuklarına yelken öğretecek merak ediyorum.
Bu süreci değiştirmek için sizce neler yapılmalı?
Denizin ve balığın ötesine geçmek lazım… Mesela ulaşımda denize sırtımızı çevirmesek, hayatın çok kolaylaşacağını düşünüyorum. İkincisi denizin tadı, tuzu, zevki, yaşama kültürünü falan bir kenara bırakalım, denizden para kazanmak lazım değil mi? Son krize kadar deniz ticaretimiz ciddi ilerleme kaydetmişti, tersanelerimiz sürekli çalışıyordu. Yine de hakkını verdiğimizi söyleyemeyiz. İdari anlamda da hükümetin bazı önemli kararlar alması, belki de mesela bir denizcilik bakanlığı kurması gerekiyor. Denizden ekmeğini kazananların da bunu talep etmeleri gerekiyor. Mesela Yunanistan belki şimdi batıyor ama bütün ekonomisi deniz ticareti üzerine kurulu. Deniz ticaretinden ve turizmden bir devlet ayakta kalabiliyorsa, hakikatten sıfır sanayi demektir bu. Denizin her şeyinden faydalanma imkânı var. Bu işleri bir disiplin altına almak gerekir diye düşünüyorum.
Denizcilere neler söylemek istersiniz? Tabii Vira Dergisi için de bir mesaj almak isteriz?
Deniz sevenler, denizi sevmekten vazgeçmesinler. Bu sevginin sürekliliğini sağlamak için de denizi koruyan aktivitelere destek olsunlar. Denizi, kenardan oturarak değil de içine girerek sevsinler. Denizden zarar geldiği pek görülmemiştir. Vira’ya gelince; son derece aydınlık bir dergi, okuması kolay ve grafik olarak da çok sempatik… Özellikle kapaktaki çalışmayı bir yenilik olarak gördüm basın sektöründe. Bu kreatif bir çalışma. Ayrıca içerik olarak da bir ay boyunca masa üzerinde kalma özelliği olan bir dergi.
Vira Dergisi