Denizin bir kültür olduğunu söyleyen usta sanatçı Deniz Türkali, balığın eskiden fukara yemeği sayıldığını, İstanbul denizinin ise vakti zamanında pırıl pırıl göründüğünü belirtiyor. Türkali denize öylesine âşık ki, onu herhangi bir göle bakmak bile tatmin etmiyor, yani denizi hiçbir şeye değişmiyor. İlla deniz diyen Deniz Türkali, denizi olmayan bir yerde yaşamanın onun için en büyük kâbus olduğunu ifade ediyor. Ünlü sanatçı ile yeni sayımızın konuğu olarak sadece denizlerden bahsetmedik elbette. Tiyatroyu, oynadığı oyunları, özetle sanatçının hayatını konuştuk. Anlayacağınız her iki “deniz” de sorularımız arasındaydı…
Sanatla dolu bir öykünüz var. Dilerseniz önce bu öykünüzden bahsedelim.
1944 yılında İstanbul’da doğdum. Hayatımın çeşitli dönemlerinde ses sanatçılığı, sinema, tiyatro ve dizi oyunculuğu yaptım. Bunların yanı sıra iki filmin de yapımcılığını üstlendim. Çok küçük yaşta sinemaya, tiyatroya giderdim. Okumayı bilmediğim zamanlarda rahmetli büyükbabam, hayatımın en büyük aşkı, bana çok masal anlatırdı ve ben müthiş hayaller kurar ve o hayalleri oynardım. Oyunculuk benim için bir yaşam biçimi oldu hep. İlkokuldayken, ilk olarak okulun bale bölümüne gittim. Ortaokulu bitirdiğim zaman oyuncu olmaya karar vermiştim. Liseyi bitirdikten sonra konservatuara başladım. Bu işe karar verdikten sonra annemden, babamdan, büyükbabamdan, herkesten çok büyük destek gördüm.
Oynadığınız “Pazar Günkü Cinayet” ve “Çalıkuşu” oyunlarından biraz bahseder misiniz?
Reşat Nuri Güntekin’in ünlü eseri Çalıkuşu oyununu bambaşka bir yorumla sahneliyoruz. Tiyatro Kedi’nin, Çalıkuşu yorumunda sahnede aynı anda üç farklı Feride var. Ben ise, yedi ayrı karakteri oynuyorum. 12 kişilik bir oyun. “Pazar Günkü Cinayet” oyununun yönetmenliğini ise Hakan Altıner yapıyor. Değerli arkadaşlarım Haldun Dormen, Deniz Gökçer, Gazi Şeker, Hilmi Özçelik ve Eda Gülten ile rol alıyorum. Oyunda, yaşanan olaylardan menfaat sağlamaya çalışan Michelle’i oynuyorum. Oyunun konusu ise, 30 yıllık karısının izni olmadan radyonun sesini bile açamayan kılıbık bir adam (Haldun Dormen); öldürülen bir telekızın cinayetinin zanlısı olarak aranıyor. Bir bakanın da adının karıştığı cinayete, medyanın ve halkın ilgisi büyük oluyor. Yıllar sonra nihayet kocası bir erkeğe dönüşen Bayan Ilse Zahn (Deniz Gökçer) cinayet zanlısı dahi olsa kocasını kahraman gibi görüp, hayran bir aşığa dönüşüyor. Kısacası; “Terlik ve hırkadan”, “Çılgın bir gösterişe” geçiş yapan otuz yıllık bir evliliğin ve bütün bunlardan menfaat sağlamaya çalışan Michelle’nin (Deniz Türkali) öyküsü.
Hiç deniz konulu bir oyunda oynadınız mı?
Halikarnas Balıkçısı’nın eseri Deniz Gurbetçileri’nin dizisinde oynadım. O dizide gece mehtapta bir yüzme sahnem vardı. Çırılçıplak olmam gerekiyordu. Ama çok soğuk olduğundan dolayı çekilmedi, yönetmen de vazgeçti. İyi ki çekilmedi, kesin zatürre olurdum.
Peki, denizden uzak kalabilir misiniz?
Kendimi bildim bileli denizle beraberim. Çünkü Üsküdar’da oturuyorduk. Denizi çok ama çok seviyorum. Denizi olmayan bir yerde yaşamak benim en büyük kâbusum. Milano’da yaşadığım zamanlarda beni göl bile kesmiyordu. Milano’nun kuzeyinde Monza’da yaşıyorduk. Lugano’ya 15 dakika uzaklıktaydı. Kahve içmeye giderdik. O göl beni hiçbir zaman kesmedi. Deniz en büyük aşkımdır.
Tiyatroyla denizlerimiz arasında sanki bir benzerlik var. İkisine de ilgimiz biraz az gibi…
Çok haklısınız. Bu benim kafamda her zaman bir soru işaretidir. “Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede denize neden bu kadar uzak yaşanır?” diye hep kendime sorarım. Mesela Ege’de karalar, yani iç kesimler erkeklere, kızlara da “işe yaramaz” diye sahiller miras olarak bırakılırmış. Tabiî ki bu hesabın çok yanlış olduğu daha sonra ortaya çıktı. Bu, işin birazcık trajikomik yanı. Diğer taraftan hakikaten denize uzak yaşayan bir toplumumuz var. Genelde tarımla ilgileniyor insanımız. Türkiye’de yaşayan insanların çoğunda deniz kültürü çok fazla yok. Eğitim sisteminden kaynaklandığı yönünde düşünceler de var, ama bence bu sadece eğitim sistemiyle alakalı bir şey de değil. Çünkü bu bir kültür meselesi. Türkiye’de ben küçükken en ucuz şey balıktı ve balık fakir fukara yemeği olarak bilinirdi. Istakoz, karides pahalıydı, ama balık çeşitleri çok ucuzdu. Bende nostalji duygusu hiç yoktur ama iki şeye karşı nostalji duygum vardır. Bir tanesi John Lennon, diğeri ise İstanbul’un o pırıl pırıl denizidir.
Balıktan bahsetmişken, deniz ürünleriyle aranız iyi gibi görünüyor?
Hani “Denizden babam çıksa yerim” denir ya, deniz ürünleri için ölürüm.
Denizi bu kadar seven biri olarak bir teknede yaşamayı düşündünüz mü?
Teknem yok. En iyi tekne arkadaşının teknesidir. Devamlı bir teknede yaşayamam, ama son beş yıldır aralıksız mavi yolculuğa çıkıyorum. Hayatımın en mutlu anları oluyor o yolculukta geçirdiğim zaman. Özellikle gece yakamozların arasında denize girmekten daha büyük bir keyif düşünemiyorum.
Bu yolculuklarda unutamadığınız bir anınız var mı?
Hiçbir anını unutamıyorum. Mavi yolculuğa çok geç çıktım. Bütün yazlarım Bodrum’da geçmesine rağmen, mavi yolculukla beş yıl önce tanıştım. Arkadaşım Ali Torun’un teknesi 25 metrelik bir tekne. O tekne ile beş kişi mavi yolculuğa çıktık. Kimse kimseyi görmüyor, güneşleniyorsunuz, denize giriyorsunuz, kitap okuyorsunuz… Bir ara bir fırtına çıktı. Ben o sıra mutluluktan aklımı kaçırdım. Güverteye yatmıştım. O sıra yıldızların içine girer gibi oldum. İnanılmaz güzeldi. 15 dakikada bir gidip “Allah senden razı olsun” diye Ali Torun’un önünde secdeye varıyordum. İlk yolculuğumuzda Fethiye’den çıktık, Fethiye Körfezi’ni gezdik. 10 günlük bir yolculuktu ve çok güzeldi. Daha sonra Marmaris Datça’ya gittik. Ama geri kalan üç kişi fırtınadan dolayı yerlere kapanıyordu, mideleri bulanıyordu. Çok korkuyorlardı. Ben ise, mutluluktan uçuyordum.
Sizin bildiğiniz eski İstanbul’un denizi nasıldı?
Önceden deniz, balıklar, pırıl pırıl sular vardı. Ben küçükken Karaköy Köprüsü’nde çocuklar suya atlarlardı. Oralar çok temizdi, pırıl pırıldı. Rahmetli ananem bana; “Üzerine su sıçratma, orada otur” derdi. Kalamış Vapur İskelesi’nde, Moda’da akşamüstü bütün aileler kocalarını beklerler, piyasa yapıp, çay içerler, sonra evlerine dönerlerdi veya yazlık sinemaya gidilirdi ailecek. Ama en güzeli de o pırıl pırıl deniz muhteşemdi…
Tekrar tiyatroya dönersek, genç tiyatroculara, tiyatro severlere tavsiyeleriniz neler?
Çok oyun seyretsinler. Aynı şekilde çok oyun okusunlar. Sergileri ziyaret etsinler. Müzik dinlesinler. Sokağa çıksınlar. Eve kapanmasınlar. Hayatı ve kendilerini sorgulasınlar. Sabırlı olsunlar. Bunlar her şeyin bir parçası. Bizim mesleğimizde sabır çok önemli. Ama bu sabır derviş sabrı değil. Çalışarak, o sabrı göstererek elde edilmiş hedeflerin olduğunu düşünüyorum. Fransızların bir lafı vardır “Çabuk çabuk, ama acele etmeden” bunların ikisi ayrı şey. Her an merak etsinler, her an sorgulasınlar gençler.
Peki, son olarak deniz severlere ne söylemek istersiniz?
Sadece bir şey söylemek istiyorum: Lütfen, lütfen, lütfen, denizlerimize gereken değeri verelim, temiz tutalım. Zalimce davranmayalım. Lütfen denizlere karşı olan hunharca tavrımızdan vazgeçelim. Denizlerimize kendi çocuğumuz gibi, kendimiz gibi şefkat gösterelim.
Vira Dergisi