Hafta içi her sabah “ Piyasalar ve Göstergeler” programı ile ekonominin başlangıç gongunu çalan isim, Kanal 24’ün Ekonomi Müdürü Selçuk Geçer. Yaptığı programlar ile bir yandan global ve yerel ekonomi ile piyasalarda konuşulmayanları, perde arkası gelişmeleri, paraya yön veren isimleri ve tabi ki beklenen gelişmeleri değerlendiriyor. “Girişim Guruları” programında ise iş dünyasından ağırladığı konuklarının hayatlarını, dünden bugüne nasıl geldiklerini gözler önüne seriyor. Kısaca piyasalar ve ekonominin nabzını tutan ve başarıya giden yolu örnekleyen Geçer ile hem 2011’de ülkemizdeki ekonomik konjonktürün nasıl olacağını, hem de deniz kültürünü konuştuk.
Piyasalara baktığımızda 2011 nasıl geçecek?
Enflasyon tahminleriyle başlayalım. Özellikle yurtdışından gelecek baskı Türkiye üzerinde etkili olacak. Gıda fiyatlarında ciddi artışlar gözlenebilir. Bunu geçtiğimiz yıl, domates ve ette ciddi olarak görmüştük ve bu enflasyon hedeflerini de sekteye uğratmıştı. Sonra fiyatların hızla düşmesiyle birlikte enflasyonda hedef tutturuldu. Aynı tablonun biraz daha sertini 2011’de görebiliriz. ABD’den çıkan büyük bir para var ve bu paranın gidiş yeri henüz çok belli değil. Dünya borsaları ve para piyasaları çok değerlenmiş durumda. Bu para, büyük ihtimalle emtia fiyatlarını çok zorlayacak. Fonların emtia borsalarına gitme ihtimali yüksek. Bu durumda ise demir çelikten gümüşe, gümüşten bakıra, bakırdan gıdaya, gıdadan enerji fiyatlarına başta doğalgaz ve petrol olmak üzere birçok noktada sert yükselişler görülebilir. Bu yükselişler hem yurtdışındaki, hem de ülkemizdeki enflasyonu olumsuz ölçüde etkileyecektir. Ayrıca 2011’deki büyümenin yüzde altı civarında olmasını bekliyorum. Çünkü ekonomide bu büyümenin, Türkiye’deki işsizliği aşağıya çekecek bir rakam olduğunu düşünüyorum. Kronik işsizlik, görünen o ki yüzde 10 civarında.
Peki ya ihracat…
İhracatta da olumlu rüzgârların eseceğini düşünüyorum. 2011’de tekrar 2008’deki 130 milyar TL civarındaki seviyelerin gerçekleşeceğini düşünüyorum. Çünkü pazar çeşitlendirilmesi yapılıyor. Türkiye, özellikle Ortadoğu ve Afrika pazarına giriyor. Avrupa pazarında ise Almanya ile ticaretimiz tekrar artıyor. Sanayide ise kapasitelerde olumlu göstergeler mevcut ama yurtdışından gelebilecek olumsuz bir şok, ters etki yaratabilir.
Son dönemde ticaret heyetleri ile birçok ülkeye ziyarette bulunuyor. Bu gezilerin siyasi amaçlı olduğu, ticari amacın geri planda kaldığı söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Ticaret tek başına “ticaret” değildir. Ticaret yapabilmeniz için çok ciddi lobi faaliyetleri yürütmeniz gerekiyor. Katar gezisine, Başbakan ile birlikte yaklaşık 300 işadamı katıldı. Burada 280 milyar dolarlık bir gelirden ya da bu büyüklükteki bir pastadan bahsediyorum. Türkiye bu pastanın sadece yüzde 10’unu alsa bile, 28 milyar dolarlık ticari bir hacimden bahsetmiş oluyoruz. Bu veriler, heyetlerin faydası olmuyor diyenlere çok net cevap. Türkiye’nin özellikle Ortadoğu ve Afrika gibi yerlerde güçlenmesiyle birlikte, bu ticari heyetlerin de gücü arttı. Bundan beş yıl öncesine kadar biz Irak’a hiç ihracat yapmazdık. Bugün ise Irak ile beş milyar dolarlık ticari hacminden söz edebiliyoruz. Afrika pazarında Çin’den sonraki dominant ülkelerden biriyiz. Libya ve Güney Afrika’daki bütün ihaleleri alıyoruz. Tüm bu gelişmelerin altyapısını ticari heyetler yapıyor. Elbette siyasi heyetler siyaseti de konuşuyor. Orada hükümet başkanları da bir araya geliyor ve ülke sorunlarını tartışıyorlar, ama bu sırada ticaretin gelişimine de önayak oluyorlar. Çünkü artık günümüzde ticaret, liderler düzeyinde yapılıyor.
Vizelerin kalkmasıyla birlikte Başbakan alternatif bir AB mi oluşturmaya çalışıyor?
Türkiye artık kendi potansiyelinin farkında olan, güçlü bir ülke. Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’da bunun farkında. Avrupa Birliği, Türkiye’yi oyalamaya devam ederse, tabi ki Türkiye kendine yeni alternatifler oluşturacaktır. Türkiye kendine farklı partnerler buluyor ve yeni bölgesel dostluklar kuruyor. Doğru olan da budur. Bugün Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri, ABD ve Çin, Ortadoğu ve Afrika pazarına girmek için tabiri caizse birbirlerini yerken, Türkiye neden bu yarışın içinde olmasın? Neden burnunun dibindeki pazarı görmezden gelsin? Neden dostlarıyla düşman olsun? Sayın Başbakan “Mümtaz İnsan” Ödülü aldı. Bu da, biz bu bölgede artık takdir ve sevgi görüyoruz demek. Türkiye, niye bölgenin kötü çocuğu olsun ki! AB bizim için elbette hala bir hedeftir, ama bu hedefin yanında biz güçlü ve büyüyen bir Türkiye olarak kendi entegrasyonlarımızı oluşturabiliriz. Buna herkes sıcak bakmalı, bu potansiyelimizi de görmeli.
Enerji Bakanı, Boğaz geçişlerinde Türkiye’nin Montrö Anlaşması’ndan kaynaklanan ve “altın frank” olarak adlandırılan yüksek geçiş ücreti hakkını kullanabileceğini açıkladı.
Geçiş fiyatlarını yükseltmek bir yöntemdir. Böylece hem gelir elde eder, hem de geçişleri kısıtlarsınız. Tabii bu çok mümkün değil. Çünkü petrol imal eden ülkeler için bu devede kulak. Dünyanın konuştuğu bir gerçek var ki o da; petrolü gemiyle mi, yoksa boruyla mı taşıyalım konusudur. Gemiyle taşımada hem gemi taşımacıları, hem de petrolcüler kazanıyor. Ayrıca burada bir lobi de var ve bu işin önünü kesiyor. Ama en azından buradan elde edeceğimiz gelirle Boğazlardaki riski azaltabilir ya da ekonomimizi güçlendirebiliriz. Çünkü orada çok büyük bir ticari hacim var.
Greenpeace gibi STK’ların balık stokunun azalması ve deniz kirliliği konusunda yaptığı kampanyaları değerlendirir misiniz?
Greenpeace’in eylemlerinde çok samimi olmadığını, eylemlerinin çok ciddi siyasi dayanakları olduğunu düşünüyorum. Bunun dünya çapında da böyle olduğu kanaatindeyim. Bu işi sadece çevre gönüllülüğüyle yaptıklarına inanmıyorum. Bu benim şahsi fikrim. Balık stoklarının azalması konusunda ise, denizcilik uzmanı değilim, ama trollerle vs. avlanarak, dip balıkçılığı yaparak, birçok balığın nesli tüketiliyor. Bunu Türkiye’de yaşadık ve gördük. Bürokrasinin ya da hükümetin ciddi tedbirler alması gerekiyor. Anladığım kadarıyla şu anda yasal zemin yeterli değil. Ayrıca istediğiniz kadar yasa çıkartın, eğer denetim sistemi oluşturulmazsa, balık nesli tükenmeye devam eder. O zaman da, yarın öbür gün bir bakarsınız denizden sadece hamsi çıkar. Belki o da çıkamayacak bilemiyorum.
Denize zaman ayırabiliyor musunuz?
Bir tarafım Eskişehirli, bir tarafım İstanbulludur. Bu yüzden hem karayı, hem denizi bilirim. Gazetecilik, çok yoğun ve uzun mesaileri olan bir meslek. Yıllık izninizin yalnızca onda birini kullanma şansınız olur. Ama yine de mümkün oldukça deniz turizmi yapmaya çalışıyorum. Bu, benim ve çocuklarım açısından önemli. Çünkü deniz; bir kültür, bir yaşam biçimi... Sadece yüzmek değil bahsetmeye çalıştığım, yelkencilik veya olta balıkçılığı da yapabilir yahut hiçbirini yapmayıp, sadece dalabilirsiniz de. Bu anlamda Türkiye çok şanslı bir ülke. Ne yazık ki yeterince faydalanamıyor ve değerlendiremiyoruz.
Denizi kullanamıyor olmamızın nedenleri nelerdir?
Bir şeyi keyif amacıyla yapmak için gelir seviyesinin iyi olması gerek. Gelir seviyemiz çok yüksek olmadığı için insanların bırakın denize, ailelerine ayıracak vakitleri yok. İş, güç, koşturma bir de trafik sorunu derken, insanlar kendilerini evlerine zor atıyor. Boğaz’ı geçerken de, insanlar bazen denize bakıyor ama görmüyorlar. Gelir seviyesi yükseldiğinde Adalar’a, Moda’ya, Bebek’e başka gözle bakabiliyorsunuz. Zaten buna paralel olarak, Türkiye’nin gelişmesiyle birlikte, daha çok plaj açılmaya başladı. İnsanlar denizi kirletmemesi gerektiğinin farkına vardı. Ülkemizin kültür seviyesi hızla gelişiyor. Standartlar yükseldikçe daha da gelişerek devam edecek.
Dergimizi nasıl buldunuz?
Vira Dergisi, öncelikle bir emek ürünü ve çok profesyonel görünüyor. Kapağına bakarak bir vizyona sahip olduğunu görebiliyorum. Vira, denizin kültürünü kendi bünyesine uygulamayı çok iyi başarmış. Size tek eleştirim; dergiyi, daha çok insana ulaştırın. Deniz kültürünü ne kadar çok insanlara anlatırsanız, denize daha çok vakit ayırmaya çalışırız. İşte o zaman denize yüzümüzü dönebiliriz.
Vira Dergisi