Başlık size biraz ironik gelebilir ama yazının tamamını okuduğunuzda nasıl denk geldiğini göreceksiniz. Şimdi gelelim konumuza. Konumuz nükleer santraller. Hani şu Rusya’daki #Çernobil, Japonya’daki #Fukushima'da yaşanan kazalarla hafızalarımıza kazınan ve dünyanın başına büyük felaketler açmış nükleer güç reaktörleri. Elbette bunlar en bilinenleri. Daha buna benzer onlarca felaket var ve asıl korkunç olan şimdi bu santrallere #Türkiye’nin de davetiye çıkarması.
Ben burada nükleer santrallerin ne kadar vahim ya da ne kadar mucizevi şeyler olduğunu yazmayacağım. Bu konuyu kamuoyunun takdirine bırakıyorum. Benim itirazım İğneada gibi eşi ve benzeri olmayan bir bölgenin nükleer santral için seçilmiş olmasına.
Türkiye’de üçüncü nükleer santralin Kırklareli’nin Demirköy ilçesine bağlı İğneada’ya kurulacağı, Çinliler ve Amerikan #Westinghouse firması ile görüşmeler yapılıp mutabakat zaptı imzalandığı artık sır değil. Hatta Fukushima'nın mimarının "Japonların da bu işle ilgisi var" açıklaması, açıkçası insanın vicdanını sızlatıyor.
Neden İğneada?
İğneada; dünyanın sayılı ekosistemlerinden biri kabul edilen ve Avrupa ölçeğinde korunabilmiş en önemli longoz ormanlarına sahip. Daha önce "tabiat koruma alanı", "doğal sit" ve "yaban hayatı koruma sahası" olarak farklı statülerle korunan bu ormanlar 2007’de milli park ilan edildi. Toplam 5 gölün yer aldığı, 3 bin 155 hektarlık alana yayılan milli park, Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın verilerine göre 671 tür bitki, 481 kuş, 61 tür memeli, 28 tür tatlı su balığı, 25 tür sürüngeni barındıran geniş bir biyoçeşitliliğe sahip. Kışları sularla kaplanan bu ormanların benzerleri dünyada sadece Amazon'da ve Kongo Havzası'nda bulunuyor.
Çok açık ki, longoz ormanlarının değeri paha biçilmez. Bu alanların kendi ekosistemi içinde bir bütünlüğü var. Ormanlar o bölgenin yerel iklimini belirleyen bir yapıya sahip. İstanbul’da kuzey ormanları yok edilirken elimizde kalan en önemli oksijen kaynağımız o bölge. Aynı zamanda da yeraltı suyu ve yüzeysel suların döngüsünü sağlayan önemli bir su kaynağı. Ne yazık ki bölgede yeterince bilimsel çalışma yapılmadığı için tüm bu kaynakların geleceği hakkında bir fikir yürütemiyor ve nesli tükenmekte olan canlıları bilemiyoruz. Üstelik bir de üstüne tüm bu zenginliği tehdit eden bir nükleer santral kurmaya kalkışıyoruz.
Gelelim aysbergin görünmeyen kısmına:
Denizcilik sektörümüzde hatırı sayılır derecede etkin sivil toplum kuruluşları var. Yani rızkını denizden çıkaran; "Denizci Millet, Denizci Ülke” sloganını dilinden eksik etmeyen bu STK’lar, neredeler? Şu anda hepsinin İğneada için bas bas bağırıyor olmaları gerekmez mi? Hayır, onlar denizle ilgili bir sorun olduğunda yaptıkları gibi şimdi de sırra kadem basıyorlar.
Neden?
Çünkü çoğunluk, bu STK’larda gemisini yürütmek için görev almış. İş peşinde. Mangalda kül bırakmıyorlar ve hedefe giden her yolu mübah sayıyorlar. Üstelik denizciliğin önünü açalım, projeler yapalım dediğimizde bir anda buharlaşıveriyorlar. Farkında mısınız bilmiyorum ama tarih bu olup bitenleri tek tek not düşüyor. Bu insanların yarın çocuklarına ne anlatacaklarını çok merak ediyorum. Daha şimdiden denize atılan her taş, kıyıda yapılan her tesis, sandaldan bırakılan her olta için görüşlerine başvurulması gerekenler, kaale bile alınmıyorlar.
"Denizci Millet, Denizci Ülke" olmanın yolunun beş yıldızlı otellerde "Amerikan krizi Türkiye’ye geldi" toplantılarından geçmediğini biliyorsunuz herhalde. Denizci millet, denizci ülke olmanın yolu deniz kültürüne değer vermekten ve onu zenginleştirip korumaktan geçiyor. İğneada, Şile, Ağva ve Karaburun gibi denizci köylerine sahip çıkmaktan mesela. Bu böyle biline.
Son kez soruyorum, deniz bittiğinde, sular çekildiğinde geminizi karadan mı yürüteceksiniz? Kimsenin sesi çıkmadığına göre, şairin dediği gibi; "Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden / Çok seneler geçti: dönen yok seferinden".
Diyeceğim o ki, amacımız birileriyle kavga etmek değil, amaç; İğneada'ya değil nükleer santral yapmak, ona gözümüz gibi bakmamız gerektiğini usturuplu bir dille karar vericilere anlatmak.
Rast gele, rast gide...