Çav Nataşa!

ELİF MUTLU
O yıllarda Sovyetler denilen koca bir bilinmezlik vardı. Burnun en ucundan ufka dikkatle bakar, bu sırrı çözecekmişim sanırdım. Bazen fırtınalı havalarda anten bozulur, karlı televizyon ekranında bir görünüp bir kaybolan Rus balerinlerine, kulağıma çalınan Çaykovskilere ve Rahmaninovlara bayılırdım. Ne de olsa orası Tolstoy’un kahramanları Nataşa ve Levin’in ülkesiydi. Benim için tüm Rus kızları "Savaş ve Barış"taki o tatlı Nataşa, tüm Rus erkekleri de "Anna Karenina"daki ağırbaşlı ve ketum Levin’di.

Fırtınalı havalarda deniz kıyısına inip beyaz köpüklerini saça saça kayaları döven dalgaların deliliğini izlemek dünyadaki en büyük zevkimdi. O gün yine deniz kabarmış, Karadeniz Prusya mavisi bir renge bürünmüştü. Kıyıda taşların ve kayaların üstünden atlarken, gözüme mavi beyaz bir deodorant şişesi ilişti. Üstünde saçları dalgalı bir kadın resmi vardı ve Kiril alfabesiyle yazılmış yazılar onun taaa karşı kıyıdan, Rusya’dan geldiğini söylüyordu. Ganimet bulmuş gibi sevindim ve hemen onu evdekilere göstermek için koştum. Niyeyse kimse benim kadar heyecanlanmamıştı. Zaten annem ve babam biraz ötedeki burna Ali amcanın oteline yemeğe gidiyorlardı. Ali amca tam bir beyefendiydi. Biz çocuklarla konuşurken bile. Hayatını geçirdiği İstanbul’dan aile memleketi olan bu küçük Karadeniz kasabasına gelmiş ve Eğrice Burnu’na, müşteriden çok dostlarını ağırladığı, 80’ler için lüks denilebilecek bir otel yaptırmıştı.

Yıllar geçti. Ben de babamın, Ali amcanın ve büyük çoğunluğun yaptığı gibi okumak için İstanbul’a geldim. Aynı yıllarda Ali Amca hemen ardından da eşi genç denilebilecek yaşlarda ölmüşler, otel de hiç tanımadığımız insanlara satılmış ve duyduğuma göre bir batakhaneye dönüşmüştü. Tam da o yıllarda, artık 90’ların başıydı, çocukken deli gibi merak ettiğim Rusya, adeta üstünü başını, evlerinin bodrumlarında kendilerinin bile unuttuğu kap kacağa kadar Karadeniz’e silkelemiş, sır diye bir şey kalmamıştı. Tüm sahil şeridi koca bir Rus pazarıydı. Eski Sovyet insanları satabilme ihtimali gördükleri her şeyi, galon galon votkayla birlikte masalara dizmişlerdi. Karadeniz’deki tüm mutfak dolapları ucuz Rus porselenleriyle, Karadeniz otelleri de, "bir naylon çoraba razılar" denilen çoğu porselen bebek güzelliğinde Rus ve Gürcü kadınlarıyla dolmuştu.

Üniversite yıllarımda yine Karadeniz’i -ama sadece denizi- görmeden yaşayamayacağımı düşündüğüm bir günde kısa bir okul tatilini fırsat bilip Topkapı’daki otobüs terminalinde soluğu aldım. Harem’de yanıma bir genç kız oturdu. Ya da bir melek mi demeliyim. Yüzüne dünyanın kötülüğüne dair en ufacık bir gölge düşmemiş masumane bir güzelliğe sahip benden belki birkaç yaş büyük bir Rus bebeği. Yeni, neşeli hayatları çağrıştıran pembe yanaklı saf bir matruşka! Ben 17’ysem, o 19. Çok geçmeden çantasından bir şey çıkarmak istediğinde, fermuarın arasından çocukken deniz kıyısında bulduğum mavi beyaz deodorant şişesini gördüm. Birden kız gözümde tüm varlığıyla, çocukluğundan olgun ve mert bir kadına evrilişine şahit olduğum o hassas roman karakteri Nataşa’ya dönüşürken, Türkiye’de ona bambaşka sebeplerle "Nataşa" dedikleri gerçeğini kabul etmek istemedim. Ta ki otobüs Ali Amca’nın otelinin önünde durana kadar.

Deniz yine kararmış, Prusya mavisi rengine bürünmüştü ve dalgalıydı. Karşı kıyıda Rahmaninov’la büyümüş Nataşa’mı, ağzının kepçüğü çıkmış kirli sakallı bir pezevenk karşılamaya geldi. "Nataşa" onu çocukken bahçesinde oynadığım Ali Amca’nın oteline giden yolda uysal bir şekilde takip ederken otobüs bizim burna doğru hareket etti.

Otobüs burna vardığında kendimi özlediğim denizden ve evimden çok uzakta buldum…

Ruhları ve bedenleri parçalanan tüm Nataşalara…