Caddelerin telaşı galip midir ölüme?

MERAL ÇİNAR
Minibüsten inince Kadıköy’ün o bilindik kokusunu duymamaya çalıştım. Zaten birkaç dakika içinde alışacağımı biliyordum. Nelere alışmıyordu ki insan. Dünya milyar yıldır dönüyordu. Milyon yıldır da biz, homo sapiensler yaşıyorduk. Haliyle bu kadar zamanda alışkanlık da bir yerde genlere kodlanıyordu. Düşünce hızının dans ederek aklımdan geçirdiği yaşamak, milyon, milyar ve gen sözcüklerini bir kenara bırakarak yürümeye devam ettim. Yürümeye devam ettim dediysem yanlış anlaşılmasın. Yüz metrede engelli koşu yarışmasına katılacak biri Kadıköy rıhtımda yaptığı antrenmanla birinci olabilir. Zira çeyrek saniye dahi bir yere takılmadan, yönünü değiştirmeden, birine çarpmamak için durmadan yürümek mümkün değildir. 

21.yüzyılın kronik telaşına kapılmış, denizi selamlayan rengarenk kasımpatıların, papatyaların, lalelerin ve aşkın her asır simgesi gülün yanından geçen ben, birden batmakta olan güneşi farkettim. Ama ne güneş! Turuncu ile kırmızı arasında kalmış rengini öyle vurmuş ki göğe, sanırsın yanakları al al olmuş yeni gelin. Mendireklerin üzerinden geçerken hızını arttıran martılar akrobatik hareketlerle yaklaşıyorlar güneşin gölgesini vurduğu vapurlara. El, simit ve martı üçgendeki fotoğrafların birincil özneleri onlar. Griye mahkum ettiğimiz gökyüzünün mavisinin unutulmasına izin vermeyen direnişçiler olarak salınıyorlar.

Beni bir anda esir alan güneşi biraz daha seyretmek için iskelenin siyah, soğuk demirlerini araladım. Büyük şehirlerin dikenli telleri olmaz. Kocaman demir yığınları, o demir yığınlarının soğuk kapıları olur. Çünkü medeniyet(?), sınırla başlar. Çekilen sınırların büyüklüğü ve ihtişamı uygarlığınızın(?) seviyesidir. Sınırı geçip betonun üzerine oturdum. Dalgaları sıyırıp geçen vapurlar, motorlar izin verdikçe izledim güneşi ve güneşin önünden geçerken gölgesini görebildiğim martıları. Birbirine karışan siyah martı gölgelerinin ardında pembeye çalan bir güneş ve mendireği döven mavi dalgalar. 

Biraz sonra bir kavga sesiyle döndüm arkama. Başladığı gibi bitiyor ama benim masalıma müdahale etmiş oluyor bir kere. Denize bakıyorum çöpleri görüyorum. Gözlerimi kapatıyorum birbirine küfür eden insanları duyuyorum. Tam her şeye lanet okuyup karanlığa gömüleceğim; derken birden iki çocuğun ince konuşması geliyor kulağıma. Dönüp bakınca martılara simit attıklarını görüyorum. Küçük olanı denize düşen simitleri gösterip, denizi kirletmiyoruz değil mi abi, diye soruyor. Yok oğlum, martılar yer onları. Onlar yemezse balıklar yer. Sen simitleri çöplerin yakınına atma. Kuşlar o çöpleri de yerse olmaz çünkü, diye cevaplayan abisine garipseyerek bakıyor. Sonra neden diyor. Kuşlar niye ölsünler ki? Abinin yüzünde ölümü, ölüme neden olan insanı anlatamamanın şaşkınlığı…

Ben, kardeşine ölümü açıklayamayan bir abinin yüzüne bakıp yürümek için ayağa kalkarken; doğayı, denizi ve rüzgarı, ağacı ve yeşili, insanı, kardeşini öldürmekten hicap duymayanları düşünüyorum. Bu arada güneş batıyor. Kardeşler oturup konuşmaya devam ediyor. Kendisine ait olmayan bir ölümün hüznünü hisseden insanların varlığı umut oluyor. Fotoğraf çekiyorum. Sonra kalabalık caddelerin telaşına yetişmeye çalışıyorum.


Fotoğraf: Meral Çinar