“… Büyüdükçe ruhlardaki boşluk büyüyor, her ne pahasına olursa olsun kazanmak ve başarmak hırsı doluyordu o boşluklara. Bu yüzden hızla insansız kalıyor ve çöküyordu kurumlar, partiler, sendikalar: Bu yüzden kimsesiz kalıyordu sevgi, inanç, insan ve dayanışma dernekleri… Bu hırs, bu hırsın açgözlü ve doymak bilmez makinaları yön veriyordu artık kaybolmuş hayatlarımıza… Artık bizleri sadece bu başarı ve kazanma hırsı biraya getiriyordu. Dayanışma adını koyduğumuz birliktelikler gücünü başarısız olmaktan duyduğumuz hayvani korkudan alıyordu”… Yazarımız Cezmi Ersöz yaşadığımız hayatın içinde bu cümlelerle anlattığı gözlemlerini kendisi ile içselleştiriyor ve bu döngüden, bu kayboluştan kendi adına nasıl kurtulabileceğini paylaşıyor…
Başarının, onu meşru sayanların suç ortaklığıyla beslenen o sahipsiz, o kimliksiz dili ne yapsam içime giriyor ve sevmeye ve inanmaya çalıştığım her şeyi benden anında kopartıyordu… Başarının bu ne pahasına olursa olsun kazanma dili sadece beni değil, benimle birlikte hayatını ona adamış herkesi, o herkesle birlikte bütün bu ülkeyi yaşamdan kopartıyor, kimsesiz, boşlukta ve korkunç bir ıssızlıkta bırakıyordu yavaş yavaş… Aşklara, sevgilere, inançlara, ideallere, yeni bir dünyanın gerçekleşme umutlarına, düşlere başarının ve kazanmanın o zehirli, o değdiği her yeri çürüten, insansız bırakan tadı bulaşıyordu.
Büyüdükçe ruhlardaki boşluk büyüyor, her ne pahasına olursa olsun kazanmak ve başarmak hırsı doluyordu o boşluklara. Bu yüzden hızla insansız kalıyor ve çöküyordu kurumlar, partiler, sendikalar: Bu yüzden kimsesiz kalıyordu sevgi, inanç, insan ve dayanışma dernekleri… Bu hırs, bu hırsın açgözlü ve doymak bilmez makinaları yön veriyordu artık kaybolmuş hayatlarımıza… Artık bizleri sadece bu başarı ve kazanma hırsı biraya getiriyordu. Dayanışma adını koyduğumuz birliktelikler gücünü başarısız olmaktan duyduğumuz hayvani korkudan alıyordu. Artık sadece başarının diliyle konuşmaya çabalıyorduk ve bu dil aramızda konuştuğumuz tek dildi ve dil bizi birbirimizden kopartmaya, uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadığı ve ruhunun bir köşesinde o derin çocukluk ihanetini onca yıl geçse de hala saklayanlara ve bunu ne yapsa da görmezden gelemeyenlere çok büyük bir acı verse de, kimse bu dille konuşmaktan vazgeçemiyordu. Çünkü herkes önce karşısındakinin başarı örtüsünden soyunmasını ve o zırhın arkasından çıkıp kendisine gelmesini bekliyordu…
“Nasıl yüzleşir insan kendisiyle?”
Başarı ve hırsın örtülerinden soyunup ortaya çıktıklarında taşıdıkları öz değer neyse, yaşama ne katabileceklerse öyle çırılçıplak kalmak, ölümden bile daha çok korkuyordu bu insanları… Kendilerine hiç inanmadıkları için, yaşamın o akıl sır ermez büyüsüne, sonsuz cömertliğine ve yaşamın o saf mucizesine de inanmıyorlardı. Kendilerine inanmadıkları için onlara yaşama katılmaya, başarının örtülerinden soyunmaya, içlerinde boğulmuş sesleri, geri dönüp beni yanına al, diye haykıran çocuk çığlıklarını hatırlatan her şeyle amansızca rekabet ediyorlardı… Hayatın kimi gerçek katilleri gibi kurbanlarının yanına bile gidemeyecek kadar korkuyorlardı öldürdüklerine inandıkları geçmişlerine, çocukluklarına…
Öldürdüğü kendisiyle, nasıl yüzleşir insan kendisiyle? Katili kendi olanların, geçmişine ihanet edenlerin geleceğin, yani o kayıp ülkenin soysuz ve kimliksiz itirafçıları olmaktan başka şansı var mıdır? Hem nasılsa kendisi gibilerle doludur yüzünü değiştirmeyi kabul edip, yalvarıp yakararak teslim olduğu bu kayıp ülke… Ve bütün geçmişini unutanlar gibi artık geleceğin onun için hiçbir anlamı olmayan, çok yabancı ve hiçbir zaman da anlayamayacağı bir dille kurgulayarak yaşayacaktır… Yaşamını bitirmiştir artık kendi elleriyle. Başarmaktan, ne olursa olsun kazanmaktan başka seçeneği istese de yoktur zaten. Hiçbir yerin, hiçbir düşüncenin, hiçbir insanın tarafında olamazlar. Artık herkesi ve her şeyi acımasızca ezip geçme hakkını görürler kendilerinde. Özellikle kendilerine bütün çıplaklıklarıyla, bütün sahicilikleriyle, hiçbir başarı zırhının ardına sığınmadan ve bütün iyi niyetleriyle yaklaşanları… Onları zaman zaman derinden rahatsız edip, içlerinde kıvranıp duran ve bir türlü kurtulamadıkları o sancıdan almadıkları öcü, o derin öfkenin acısını bu insanlardan çıkarırlar büyük bir zevkle… Herkese ve kendilerine karşı duygusuz ve tarafsızdırlar artık… Başarının o zehirli diliyle konuşurlarsa her defasında şöyle diyeceklerdir hiç şüphesiz: Ayakta kalabilmek için başka çaremiz yoktu… Oysa başardıkça, ruhlarındaki boşlukları kazanma hırsıyla doldurdukça yaşam onları hızla terk ediyordu. Aşklarının, sevgilerinin, dostluklarının, inançlarının, yeni bir dünya kurma umutlarının, hayallerinin, düşlerinin içine başarı hırsı ve ne pahasına olursa olsun kazanma arzusunu davet ettikçe, aşkları, sevgileri, dostlukları, hayalleri, yeni bir dünya kurma umutları, düşleri onları acımasızca bırakıp gidiyorlardı…
Garip bir umut ve derin bir sevgi filizleniyor
Ruhlarındaki boşluk büyüyünce birbirlerine giderek daha çok ihtiyaç duyuyorlar, aralarından bazılarının geçmişine, çocukluğuna, kendilerine dönecek olmalarından, terk edilip daha da yalnız kalmaktan derin bir endişeye kapılıyorlardı. Onlardan biri değildim hiç şüphesiz, ama ruhumun kullandığım boşluklarını onlara açmıştım. Onlar da gelip işgal etmişlerdi. Beni tanıdıklarını zannediyorlardı. Tersini kanıtlamak çok zordu. Çünkü herkese olduğu gibi bana karşı da duygusuz ve tarafsızdılar. Onlar gibi duygusuz ve tarafsız olmadığım için tanıyordum onları. Gerektiğinde başarının diliyle konuşuyordum. Bu dille konuştuğumda onlar gibiyim sanıyorlardı… Ama kendim olmak istediğimde hiç düşünmeden ezip geçiyorlardı beni de… Geleceklerini mutluluk adına kurguluyor, onu yatırım yapar gibi verimli bir kazanca dönüştürmeye çalışıyorlardı. Profesyonel mutluluk avcılarıydılar; ama her şeyi denetim altına alma arzuları onları yaşama katılmaktan alıkoyduğu için alabildiğine mutsuzdular. Ama mutsuzluklarının farkına varamayacak kadar donuk bir hayranlıkla saplanıp kalmışlardı sahte benliklerine… Onlarla neden bu kadar uğraştığımı bir türlü çözemiyordum. Belki de onları tanıdıkça, ruhumun işgal ettikleri yerlerinden bir gün söküp atacağımı hayal ediyordum…
Aslında kendimleydi derdim. Anlamıştım, onlara değil, ben teslimiyetime, kendi zaaflarıma, kendi kötülüğüme düşmandım. Onları anlatırken kendi ruhumun boşluklarını işgal etmelerine izin veren kendi kötülüğümü ve zaaflarımı tanıyordum aslında. İçimdeki düşmana içtenliğimi inandırmış ve sahici ıstıraplarımla kendime boyun eğmeyi öğrenmiş olmalıyım ki artık yanımdaydı işte, bu iki küçük çocuk; beyaz tenli, sarışın, çelimsiz, kılıksız… Biri geçmişim, öteki geleceğim… Yüzleri bana dönük. Bana ne zaman bakacaklarını, ne zaman benimle konuşacaklarını bilmiyorum. Geniş, upuzun bir yol olan dünyanın kenarında oturuyorum onlarla, önümüzden insanlar, evler, arzular, düşler, mevsimler, arabalar geçiyor… Akşam çöküyor. Dünya ışıklarını yakıyor. Duyuyorum sesini, kokusunu, işte çocukluğumdan kopmuş bir ilkyaz daha beni sınamak için geliyor. İçim hafifliyor. Bulunduğum bu yerden başka özlediğim ve gideceğim hiçbir yer yok, artık biliyorum… Bundan emin olunca, içimdeki hırs yatışıyor. Serinlik başlıyor. Yanımdaki bu iki küçük çocuğa sarılıyorum… Garip bir umut ve derin bir sevgi filizleniyor içimde. Bir gün onların kendi aralarında ne konuştuklarını anlayabileceğime inanıyorum. Bir gün dönüp bana bakacaklarını, benimle konuşacaklarını hissediyorum… Bekleyebilirim, yıllarca bekleyebilirim onları… Kaybolmaktan iyidir bu bekleyiş… Kaybolmaktan iyidir…