Vira Deniz Kültür Dergisi - Nurten Y. Kurt
Artvin’in Hopa ilçesine bağlı, şimdiki adıyla Yeşilköy olan Pançol’da doğan şarkıcı, 17 yaşında doğduğu topraklardan üniversite için ayrıldı. İstanbul’a geldikten kısa bir süre sonra da üniversiteden uzaklaşıp kendisini tamamen müziğe verdi. Arkadaşlarıyla müziğe adanmış bir yaşamı paylaşmaya başlamıştı. Mücadeleyle geçen duyarlı bir hayattı onunki. Türkçe şarkılar söylemesine rağmen etnik grupları konserlerinde buluşturmayı başaran ender sanatçılardan biri oldu.
Konserlerinde bıkmadan, usanmadan kardeşliği ve barışı dile getirdi. Sadece kendi ülkesi için değil, dünya için de barış istiyordu ve oldukça samimiydi düşüncelerinde. Belki de bu samimi ve dürüst duruşuydu konserlerine Türk, Kürt, Laz, Gürcü farklı etnik gruptan binlerce insanı toplayan. Onun konserlerinde başkalarının dilinde klişeye dönüşen “halkların kardeşliği” söylemi klişe olmaktan çıkıyordu.
“Kemençeyi, memleketi, müziğe katmam gerektiğini fark ettim”
Sınırların kalkmasına dair bir hayali olduğunu söylüyordu. Lazca şarkılar söylüyorlardı müzisyen arkadaşlarıyla ama herkesin birbirini sevmesiyle ilgiliydi mesajları. Kendisini Karadeniz dillerinde şarkı söylediği için şovenist bulanlara cevabı “Ben tüm dillerin şovenistiyim o zaman” oluyordu. “Ben bir Lazım ama 17 yaşıma kadar, ne bizim şarkılar, ne de bizim bir takım folklorik durumlarımız beni çok fazla ilgilendiriyordu. O zamanlar aklımda bambaşka şeyler vardı; çok kitap okumak istiyordum, okuyordum. Çok müzik dinlemek istiyordum ve dinliyordum. İstanbul’a geldikten sonra, 17-18 yaşlarında hayatı fark etmeye başladığım noktada, kendimizi de fark etmeye başladık. Okudukça, hayatın içine girdikçe, bütün insanları gerçekten kendin gibi, kardeşin gibi, dünyanın bütün topraklarını kendi toprağın gibi görmeye başladıktan sonra şöyle bir ihtiyaç gelişti: O es geçtiğin, doğduğun ama çok da fark etmediğin yere kafayı çevirme ihtiyacı. Onu gördüğümde hayatımdaki eksik olan şeyi tekrar bulduğumu fark ettim. Zaten ben gitarla hayatını idame ettiren bir insandım ve o gitarı hayatımdan atmam mümkün değil, Allah göstermesin öyle bir şeyi. Fakat kemençeyi, memleketteki insanları, toprağı, suyu o müziğe katmam gerekiyordu.”
Zuğaşi berepe (denizin çocukları)
O, dağların olduğu kadar denizin de oğluydu. Ruhu özgürdü. Müzik tutkusu onu özgürleştiriyordu aynı zamanda. Karadeniz’in çılgın dalgalarıyla yarışıyordu müziği. Parada pulda, şanda şöhrette değildi gözü. “Biraz para kazanmak iyi olur,” diyordu sadece. Ona göre en önemli sermayesi arkadaşlarıydı. Kendisini şanslı addediyordu. Arkadaşları da kendisi gibi zuğaşi berepeydi (denizin çocukları).
Popüler kültüre ve medyaya karşı tavırlıydı ama kavgalı değildi. Kanal kanal, program program, kapı kapı dolaşmadan, promosyon yapmadan albümünü satabilen bir sanatçıydı. O ve arkadaşları, sadece yaptıkları müziği ve yaşam tarzlarını sevenleriyle paylaştılar: “Ben ve arkadaşlarım yıllardan beri ısrarla bir hayatı yaşamaya çalışıyoruz. Tamamen müzikle dolu olan bir hayatı! Yanlış şeyler yapabiliriz, doğru ve güzel şeyler de yapabiliriz ama biz ısrarla müzik yapmaya çalışıyoruz.”
Emek harcamadan, çaba sarf etmeden müzik yapanları, şöhret olanları haklı olarak eleştiriyordu. Kimsenin parasında, şöhretinde değildi gözü. Zaten yeterince tanınıyor ve oldukça anlamlı bir ilişki kuruyordu sevenleriyle. “Karadeniz”in meşhur dev dalgalarından daha büyük bir dalgaya dönüşüyorlardı seyircisiyle; bütün farklılıkların ve ayrımların üstüne çıkıyorlardı.
“Türkülerde ve şarkılarda bizim dalgalar meşhur ya; Karadeniz’in dalgaları, sanki bizim dalgalardan daha büyük bir dalga oluyoruz ve çok farklı şeylere ulaşıyoruz. Şarkıyı söylerken insanların kalbine doğru söylüyoruz. Sevgi taşımadan bunu yapmamız mümkün değil. Sevgi olduğu için de barış istiyoruz. Barışa çok büyük bir katkısı oluyor bütün bu şarkıların. Türkiye’deki en şanslı insanlardan birinin ben olduğumu düşünüyorum. Farklı şarkılar söylüyorum, Lazca şarkılar söylüyorum. Lazca şarkı söylemekten korkunç bir zevk alıyorum. Türkçe eserler de söylüyorum fakat benim birçok dinleyicim var ki bu dillerden hiçbirini bilmiyor ve ısrarla takip ediyorlar, arıyorlar ve hayatı bir şekilde birlikte götürmeye çalışıyoruz. Ben şu noktada mütevazılık yapmak istemiyorum; sadece benim değil, bizlerin zaguşi berebe ve başka birçok arkadaşın Türkiye’de işlerin daha güzel gitmesi, barışın ve sevginin gerçek anlamda yaşanması noktasında çok büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Bizler şarkı söylemeye devam ettiğimiz ve araya başka şeyler sokmadığımız müddetçe bu yol çok doğru bir yere gidecektir diye düşünüyorum.”
Kendisi olarak sahneye çıkıyordu; bir ideolojinin temsilcisi değildi. Aynılaşmayı reddediyordu. Kürtçe şarkı söyleyebileceği halde hiçbir konserinde söylemedi. Diyarbakırlıları çok sevdiğini, özellikle müziklerinin zenginliğini her fırsatta dile getiriyordu. Davet edildiği festivallerde ne bir tane Kürtçe şarkı söylüyor, ne de Kürtçe selam sözcüğü çıkıyordu ağzından. Bu tavrının resmi ideolojiyle bir ilgisinin olmadığını belirtiyor ve “Ben sizin yanınıza kendim olarak geldim. Siz de beni görün. Bizim birbirimizi kabul etmemiz için birbirimize benzememize ihtiyacımız yok! Aynı dili söylememize de gerek yok. Biz birbirimizi kabul edebiliriz.” diyerek cesur çıkışlar yapıyordu.
“Sahiller bir daha geri gelmeyebilir”
Kazım Koyuncu sadece şarkı söylemiyordu. Karadeniz; doğduğu coğrafya, sahilleriyle ve dağlarıyla talan edilirken sessizce kıyıdan izlemiyor; gerçek bir sanatçı duyarlılığıyla konuşuyordu. Yapılanlarda zeka olmadığını vurgulayarak. “Üst yapıda zeka olmayınca oynanan oyunlar da çocuk oyunu gibi oluyor. Ama çocuklar ölüyor. Sanatçılara ihtiyaç var; konuşabilen, savaşabilen, söyleyebilen bilim insanlarına ihtiyaç var. Birçok cesur insana ihtiyaç var. Türkiye sanatçılarını yetiştirebilmek zorunda,” diyordu.
Karadenizli, sahil yolu projesiyle artık ‘viya’ yapamayacak, büyük dalgalara kendilerini bırakarak, sahile çarpamayacaktı. Projenin betonlaştırdığı, yok ettiği sadece sahiller değildi ona göre. Aslında yok edilen geçmişti; çocukluğumuzdu.
“Kocaman bir sahili, yol yapmak için dolduruyorsunuz; ya ciddi anlamda zeka sorununuz var ya da siz çok kötü niyetli insanlarsınız. Milleti salak yerine koyuyorsunuz. Sahiller mahvoldu” diye öfkelenirken, memleketlisini de suçluyordu bir yandan. “Bizim orda yaşayan insanların da çok büyük kusurları var. Ama ilk başta müteahhitlerin ve bürokratların suçu çok büyük! Sahiller bir daha geri gelmeyebilir” diyor ve sorumluların cezalandırılması gerektiğini düşünüyordu. Pek naif bir ifadeyle dile getiriyordu bunu da: “Birilerinin, hayatımda ilk defa cezalandırılması gerektiğini düşünüyorum. Bundan 700-800 sene sonra belki bu sahiller geri gelecek. Binlerce yılda oluşan bir şeyi hangi kafayla, hangi vicdanla yok edebiliyorsunuz?” diye soruyordu.
Bölgede yaşayanlara öfkeleniyordu; yaşadıkları toprağın, denizin hakkını vermediklerini düşünerek, “O toprakları, o suyu, o coğrafyayı hak etmediklerini” söylüyordu. “Orada yaşamak kimseye çöpleri derelere atma hakkını vermiyor. Sahili betonlaştırıp çocukları denizden yoksun bırakma hakkını vermiyor. Oralı olmak size mafyacı olmak hakkını vermiyor,” diyordu askerlik dönüşü dört sene sonra gidebildiği coğrafyasında gördüğü manzara karşısında.
Karadenizli kanserden ölüyor. Kader mi?
Halkın yaşadıkları kader olarak görülüyor ve kanıksanıyordu. Heyelan kader miydi? Deprem kader miydi? Aynı şiddette başka bir ülkede depremden sadece iki kişi bayılırken Türkiye’de 20 bin kişinin ölmesi kader miydi? Dereleri baraj yapmak… Milyonlarca insanın geleceği yok edilirken kazançlı çıkanları işaret ediyordu cesurca.
Kazım Koyuncu, Karadeniz gibi enerjikti. Daha çok şey yapmayı hedefliyordu. Ama ne yazık ki artık kendisi ölüyordu: Kader miydi?
Karadeniz’in söz dinlemeyen, asi, yaramaz çocuklarından biri daha gidiyordu. Niye? Çünkü ülkesinin sorumsuz politikacılarından birisi Çernobil faciasının ardından televizyona çıkarak elinde bir çay bardağı “ Radyasyon yok, içebilirsiniz” demişti. Karadenizli ölüyordu kanserden! Kader miydi?
O, ölümün eşiğindeyken bile, kendinden çok yoksulları, tedavi için maddi olanağı bulunmayanları düşünüyor; “Türkiye’de bırakın kanser olmayı, insan olmak, hasta olmak çok zor. Kendi zekamla, felsefemle bu hayatı uzatabilirim, kısaltabilirim; ben her şeyi yapabilirim. Peki benim köyümdekiler, diğerleri, anasının kuzusu çocuklar, 16 yaşındaki kız hangi felsefeyi düşünsün, hangi felsefeyle acısını yumuşatsın! Onların annesi hangi felsefeyle acısını hafifletsin! Sen kimsin o acıları onlara tattırabiliyorsun?” diye haykırıyordu.
O dönem, politikacılar tarafından insanların salak yerine konulduğunu düşünüyordu. “Erken teşhis için rehabilitasyon merkezleri kurulabilirdi; binlerce insan ölmezdi. Herkes biliyor kanserde erken teşhisin önemini. O tarihten bu yana tutulmuş hiçbir resmi tutanak yok. Hangi şehirde, hangi tarihte kanserde artış oldu bilinmiyor. Baktık bulamadık. Zaman aşımı oldu. Suç duyurusunda bulunduk. Bu kadar basit mi? Niye? Bu ülke bu kadar ucuz mu?” diye isyan ediyordu. Ama bir yandan da, kendi tabiriyle “çok fiyakalı bir hastalığa yakalanmıştı” ve “Buradan ilerleriz!” diyerek hastalığıyla dalga geçiyordu.
Kazım Koyuncu, unutulan, unutulmaya yüz tutan şarkılarını söyledi Karadeniz’in. Karadeniz’i söyledi şarkılarında; seni söyledi ‘Hey Gidi Karadeniz!” Şarkılarıyla yoksulluğun ve yoksulun sesi oldu. Onların sesine dönüştü sesi.
Tıpkı albümünün adındaki gibi aletsiz Laz sörfü yaptı: Viya! Sonunda yaşamın büyük dalgalarına bıraktı kendisini ve gerçek bir Laz gibi çarptı hayatın sahiline ve yüreklerimize.
Hey gidi Karadeniz! Rüzgarla yarışırken bir çocuğun daha koşamaz oldu… Yaşasaydı hangi dalgalarda viya yapacaktı? Sahil betona boğuldu ve “Viya”, artık sadece Kazım Koyuncu’nun albümünün adı olarak kaldı!
ViraHaber.com