Sansür ve Denizci Duyarlılığı
İnsan bir meslek sahibi olunca, o mesleği her zaman kendi özgür seçimine en uygun yerde kullanamıyor. Çünkü bütün mesleklerin, o meslek sahibine uygun olan ve olmayan kullanım alanları var. Bu görüşü aşırı ölçülere vardırarak şöyle örnekleyebilirim: Ekmeğini toprağı kazarak kazanan bir insan geçimini nerede sağlayacaksa, orada çalışmak zorunda kalır. Kazmasını toprağın bağrına indirdiği sırada, örneğimizdeki kazmacı nasıl bir ruhsal durum içindedir? Her kazma darbesinin ona günlük yevmiyesinin bir kısmını kazandırdığını düşünüyor olabilir... Bu her darbenin, evinde onu bekleyen okul çağındaki çocuğunun okul defterinden bir sayfayı satın alabileceği bir para değerinde olduğunu düşünürken, içinde bir sevinç de hissedebilir. Ama kazmacımız, ya bir mezarlıkta kendi çocuğunun yaşındaki bir çocuk için kabir kazıyorsa...
Mesleklerimiz kutsaldır. Elbette eğer hırsızlığı, onursuzluğu, uğursuzluğu meslek saymıyorsak... Dedelerimiz meslek için “altın bilezik” derken, boşuna dememişler. Çünkü vaktiyle Türklerde mesleksizlik öylesine yaygınmış ki, nüfusun küçük bir bölümü devlet kapısına kapılanırken, diğer kalanı toprakta ömür tüketirmiş. Marangozluk, kuyumculuk, inşaat, mimarlık, nalbantlık, demircilik, bakırcılık velhasılı o zamanların mevcut zanaatları “ekalliyetler” tarafından icra edilirmiş... Bu memleketin insanları meslek edinmekte o nedenle çok zorlanmışlardır. Ama işte görüyoruz. Meslek sahibi olmak yetmiyor. Mesleğini özgürce seçtiğin alanda icra etmek, insan için en büyük mutluluğun yolunu açıyor.
Öyle olduğu için, bu satırların yazarı, mesleğini bir o alanda, bir bu alanda kalemini eskite eskite deney sahibi olduktan sonra, mutluluğun yolunu aramaya başladı. Yıllar yılları kovaladı. Yayıncılığın her alanındaki deney birikimlerimi, -irili ufaklı çaylar, nehirler gibi gözünüzün önünde canlandırırsanız-, işte bütün bu zenginliklerimi nereye, hangi alana akıtmam gerektiğine ancak 1988 yılında karar verdim. Ardından da Vira bu güzel toprakların kıyılarında, mavi sularda gün yüzü gördü...
Bunları niye mi anlatıyorum? Elinizdeki bu sayıyı hazırladığımız sırada aynı zamanda Gazeteciler Cemiyeti’nin Dolmabahçe Sarayı’nda sansürün kaldırışının yıldönümü kutlamalarına yetişmek için zamanla yarışıyorken, bir taraftan da editör yazısının içeriğini düşünüyorduk ki, bir denizci ezberimizi bozdu. Vira Dergisi yayın hayatına başladığı günden bu yana bize her türlü desteğini esirgemeyen bir denizci dostumuz çat kapı bizi ziyaret etti. Bu denizci dostumuz, sansürün kaldırılışın yıldönümü nedeniyle bir gazeteciyi ziyaret edip, denizci duyarlılığını ve denizci dayanışmasını ortaya koymak istemişti. Kim mi bu denizci? Ensar Denizcilik’in sahibi Özkan Göksal dostumuzdan başkası değildi kapımızı çalan. Özkan Göksal bu davranışıyla, denizcilerin kadirşinaslığını ve denizcilerin denizcilerin can dostu olduğunu ortaya koydu. Çünkü denizle ilgili olan her şey insanın içini serinletir, ruhunu yıkar, bedenini canlandırır, bilincini uyandırır...
Vira’yı okuyan insanların yüzlerini daha dergimiz yayına çıkmadan zihnimde canlandırabilirim. Bu insanlar neşeli insanlardır. Mavi dalgaların beyaz köpükleri gibidirler. Gözleri ufuklara dikildiği için berraktır. Kaşları çatılmaz. Hülyaları engin sular gibi zengin ve biraz da çocukçadır. En yoksulu, Vira’yı okurken bizim tersanelerimizde inşa edilmiş bir teknenin sahibi olduğunu düşler, uzak yolculuklara hazırlanır. O insanların evlerinde çocuklar Vira’nın kapaklarını duvarlarına asarlar. En seçkin yazarların yazılarını emekli kaptanlar, sevgili zevceleriyle birlikte okur. Çarkçıbaşı nöbeti devrettikten sonra okyanus sularının sallantılı beşiğinde deniz kültürümüzün Vira’daki yansımalarını okurken, gözleri kapanır ve huzurlu bir uykuya dalar. Rüyasında ne görür dersiniz? Ben Vira’yı hazırlarken bütün gemi insanlarının uykularında Peter Pan’ın maceralarını yaşadıklarını, Jules Verne’le birlikte “Deniz altında yirmi bin fersah”lık keşiflere daldıklarını ve denizlerin kuytu derinliklerinde deniz kızlarıyla fısıldaştıklarını düşünürüm... Vira’nın hitap ettiği okur kitlesi aydınlık bir kitledir. O kitle, uçsuz bucaksız su kütlelerinin hiç değişmezmiş gibi duruşuna aldanmaz. On binlerce ve on binlerce yılların ötelerinden günümüze denizlerde biriken kültürün eşsiz, emsalsiz gelişmesinin ürünüdür onlar. “Deniz kültürü nedir?” diye sorulursa, ben şöyle bir yanıt verebilirim: “Toplayın bütün denizcilerimizi deniz kıyılarındaki insanlarımızı; onların bütününün bildiği, öğrendiği, yaptığı, ettiği her şeyin bütününü bir imbikten geçirin, elde ettiğiniz şey, deniz kültürümüzdür”. Şimdi söyleyin bana: Hangi sektör yayınında böyle bir ufuk sonsuzluğu, böyle bir zenginlik, böyle bir insanlık “harikası” var?
Vira’yı yayınlamak bir iştir. Her iş gibi insanı yorar elbette. Ama bu istenmeyen yollarda yürüyenlerin azaplı yorgunluğu değildir. Vira hazırlanıp da, o tatlı yorgunluk üzerimize çöktüğü zaman hep şunu düşünürüm: Denizi konu almayan tek bir şair var mı şu dünyada? Bu soruyu sorarım. Sağlık dergisiyle şiir arasındaki korelasyonun son derecede düşük değerine karşı, denizcilik sektörünün ne kadar şanslı olduğunu kendi kendime tekrar ederim. Binlerce şiirin estetize ettiği bir alanda mesleğini yapmış olmak ne büyük bir mutluluk, ne büyük bir bahtiyarlıktır…
Bu yazıyı şu cümleyi yazabilmek için yazdım: İnsan işini iyi yapmalı ve işini sevmelidir. Dayanışma ise insani bir inceliktir…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.