Haydarpaşa Garı’ndan son tren, son hüzün
Dışarıda masmavi bir gökyüzü… Gül kokuları geliyor bir yerlerden. Tepelerde, bulutların yakınında geç kalmış göçmen kuşlar. Dilimde nereden aklıma geldiğini çıkaramadığım bir melodi: “Gidiyorum yelkenimin rüzgârında”. Yelkenimin rüzgarları beni Haydarpaşa Garı’ndan son kalkan Fatih Ekspresi’ne götürüyor. Götürüyor götürmesine de insanın “Bir sarmaşık olsaydım, sıkıca tutunsaydım sana, sökülüp atılmasaydım, köklerimi salsaydım derinliklerine, bir sarmaşık olsaydım, dolasaydım gövdemi gövdene, günlerce aynı yerde kalsaydım, hareketsizlikten uyusaydım” diyesi geliyor.
Çoğu zaman gerçek dışılığından bahsetsek de, izlemeye doyamadığımız eski Türk filmlerinde klişe olmuş bir sahne vardır: Ya oyuncuların yolculuklarının bittiği yerdir ya da İstanbul'da yaşamaya başlayacakları risk dolu bir hayatın başlangıç noktasıdır Haydarpaşa Garı'nın merdivenleri... Haydarpaşa Garı, İstanbul'dan Anadolu'nun bağrına, Anadolu'dan İstanbul'a gidip gelenlerin yolculuklarının başlangıç ve son noktasıdır… Diğer bir deyişle Anadolu’nun son kapısıdır. Gar, bu haliyle tüm dönemlerin simgesi hâline gelmiştir.
Anadolu'dan İstanbul'a gelen insanların, ellerinde bavullarıyla ilk karşılarına çıkan yapı, bu dev metropolün havasını bile solumanın insanı aptallaştırdığı bir enstantanede görünen Haydarpaşa Garı’dır. Gezmeye gelmedilerse, hayatlarının bir bölümünü veya tamamını burada geçireceklerdir ve yeni hayatlarındaki bilinmezlik girdabının ilk kıvrımıyla burada karşılaşırlar.
İlk gelişimde Haydarpaşa’yı gördüğüm zaman o insanların suratlarındaki “Neredeyim ben?” sorusunun sersemleştirdiği yüreklerinde cevabını yıllar sonra bile bulamayacakları sorunun sinyallerini yakalamıştım. Çünkü ben de Anadolu’dan İstanbul’a gelmiştim; hem de tren camlarının buğusunu sabaha kadar silmemi gerektirecek kadar soğuk, yağmurlu bir kasım günü…
Son derece depresif bir yolculuktu, uykusuzluk problemi olan birinin bir de kaskatı bir koltukta kafasını nemli cama yaslayıp uyumaya çalışmasının imkansızlığı ve acısı, o yolculuğu daha da garip bir hale getirmişti ve sabahın kör karanlığında puslu ve yağmayan ama sürekli çiseleyen bir garip havayla karşılaşınca ve bir de suratımın daha doğrusu ruhumun tam ortasına içimin ürpertisini yıllar sonra bile tetikleyen o lodosu yiyince uzun süre kendime gelememiştim.
Islak asfaltın üzerine yansıyan yeşil kırmızı trafik ışıklarının Kadıköy’ün arka sokaklarına girmemle kaybolmasını hatırlıyorum, ardından bir labirent içinde peyniri arayan aptal bir fare gibi umarsızlık ve panik arasında gidip gelmiştim. Adapazarı Vagon Fabrikası yapımı vagonların merdivenlerinden ellerinde palaskayla iki tur çevrilerek sabitleştirilmiş metal tokalı turuncu bavullarıyla inen muhtelif köy ve mezraların derin çizgilerden oluşan taş gibi katı yüzlü insanların, dile getirmenin bile ürkünçlüğünden olsa gerek sadece gözleri ile sordukları gibi Haydarpaşa Garı da, “Hoş geldin güzelim, geç bakalım içeride bekle, bak neler var burada” diyen bir bekçi, ev sahibi veya haremağası gibi karşılar insanı… Ve ilerleyen zaman içinde her önünden geçişte, ister sisli bir havada iki köyün birinden adaya giden vapurun paslı demirlerinin arasından görünsün, ister Adapazarı Vagon Fabrikası yapımı vagonların basamaklarını tırmanırken son bir kez bakılsın, hep o haşmetli ve ukala edasıyla “Nasıl, dibe yaklaştın mı?” diye sorar gibi soğuk soğuk sırıtır insana.
İstasyondan kalkıp belli bir sürate ulaşınca tren raylarının birleştiği noktalardan tıkı tık, tıkı tık seslerine kendinizi kaptırdığınızda, duygularınızı mırıldanan ritme uygun sözleri sıraladığınızda değme rock müziğe taş çıkarır o ses. Çünkü içinde hüzün vardır, aşk vardır, özlem vardır, sevgi vardır… O tahta bavul içi umutlarla dolu gider gurbete. Peki, umutlarla dolu gelir mi? İşte orası belli değil. Belki bir teypli radyo, bir de ikiye katlanan bisiklet, ağlayan bebek ile ağlamaklı yüzler güldürülmeye çalışılırdı.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.