Hayatta her şey biraz eksik, biraz yarım
“Tamamlandığı zaman da zaten bir anlamı kalmıyor” diyor Orhan Alkaya. Vira’nın konuğu oldu yılların tiyatrocusu, yazarı, şairi… Bugünlerde ise nam-ı diğer Balıkçı… Onunla; kalabalıkların içinde yalnız kalabilen, nasıl yalan söylemeden yaşanırın peşine düş
Oyunculuğu hissetmeden geçen 30 senede neler yaptı Orhan Alkaya?
Aslında kendimi oyuncu gibi hissetmediğim son 30 senem çok dolu ve yoğun geçti. 12 Eylül travmasının ardından, tek başıma olabileceğim alanlara yöneldim. Sonra bir takım elemeler yapmam gerekti; edebiyatın ve en geniş anlamıyla politikanın içinde kaldım. Kendime yatırım yaptığım bir diğer alan da tiyatroda rejisörlük oldu. Bu süre zarfında istediğim şeyleri yaptım, istemediklerimi yapmadım. Bu bir lükstür ve bu lüksü olabildiğince kullandım. Zaten kendimi iyi hissetmediğim bir işi yapmayı da beceremem. Reklamcılığı iki sene yaptım ve kreatif direktör olduğum bir işte bıraktım. Çünkü “öyle bir zaman geldi ki” yapmak istemediğimi fark ettim. Uzun yaz tatilleri yapmak istediğim dönemlerde işten ayrıldığım da oldu. Hayat bana sonsuz bir imkân sunmadı ama yeterli imkânı hep sundu. Zaten ihtiyacım olan bana yetecek kadar olandır. Daha fazlası için çok büyük beklentilerim hiç olmadı.
30 sene sonra tekrar kamera karşısında olmak nasıl bir duygu?
Oyunculuk, uzun bir aradan sonra korkutucu bir saha haline geliyor. Çünkü kendini saklamayan ve yalan söylemeyen iyi bir oyuncu, sahnede seyirciyle karşı karşıyayken aynı zamanda çırılçıplak kalan kişidir de. Benim asıl uğraşım her zaman “Nasıl yalan söylemeden yaşanır?” oldu. Böyle düşünürken oyunculuk uzağıma düştü. Rejisörlükte işiniz; oyuncuyu oynar hale getirebilmek, karakter ile biyografiyi ilişkiye sokmaktır. Bu bağlamda oyunculuk, çok da uzağımda değildi, sadece yapmamanın keyfini yaşıyordum. Bu dizi, tabii ki kendime dönüp, sahip olduğum enstrümanları harekete geçirmemi gerektirdi. Temelde olan oyuncuyu yeniden harekete geçirmek de iyi oldu. Oyunculuk üzerine çok yazdım, çizdim. Bunu bizzat pratikte gerçekleştirmek ise hem çok ilişkili hem de çok farklı. Bir oyuncunun karakterle baş başa kalması çok ayrı bir şey. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu dönemde oyunculuktan hiç ummadığım kadar haz aldım. Çok enteresan, geçen gün Marlon Brando’nun bir filmini izliyordum, fark ettim ki orada çok uzun zamandır ilk kez aktörü izliyorum. Hep rejiyi izlerdim. Ama şimdi parmağını nasıl kullandığına, nasıl baktığına ve hangi hissi verdiğine bakıyorum.
Eleştirmenlik yaptığınız bir dönem de söz konusu. Oyunculuk anlamında kendinizi eleştirdiğinizde nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
O gözle bakıyorum zaten. Açıkçası şu ana kadar pek fena bulmadım. Bazı sahnelerde oldukça iyi de buldum. Bir iki yerde, duyguyu bulmuş ama korumakta bir adım atsaymışım daha iyi olurmuş diyorum. Bunu hep yapıyorum, mesela yayıncım benden iki aydır kitap bekliyor. Ben bir türlü kitabı çıkarıp veremiyorum. Çünkü kontrol etmek, bir daha bakmak istiyorum. “Tam olarak” diye bir şey yok. Hayatta her şey biraz eksik, biraz noksan, biraz yarım. Tamamlandığı zaman da zaten bir anlamı kalmıyor.
Diğer taraftan diziyle birlikte hayatınızda başlayan yeni bir dönem ve beraberinde gelen ilgi de söz konusu…
Nereden baksanız 30 senedir belli bir kadrajda tanınmış bir insandım. Tabii şu anki durum bambaşka bir şey. Hayatımın bu döneminde bir iş yaptım ve bunun da bir kabulü var, bu da hoşuma gidiyor açıkçası. Ama ben kalabalıkların içinde yalnız kalabilen bir insanım. Çok uzun yıllar en sevdiğim şey yürüyerek kitap okumaktı. Çok büyük zevkimdir o benim. Yani münzevi bir karakter değilim, etrafımda insanlar olsun isterim ama yalnızlığıma da çok itina ederim. Tabi şimdi bu kalmadı, böyle bir imkân yok. Ama böyle zamanlarda rasyonel aklım devreye giriyor ve “Bunun böyle olması normal” diyor. Bu yaptığımız işin başarılı olduğunu gösteriyor.
Peki, “Balıkçı” kendine kalan boş zamanlarda neler yapmaktan hoşlanıyor?
Kızımla vakit geçirdiğimde inanılmaz mutlu oluyorum. Şu aralar kızımla sinemaya gitmekte zorlanıyoruz. Benim boş zaman kavramım yok, geniş zaman kavramım var. Bazen hiçbir şey yapmamak en sevdiğim şeylerden biridir. Ya da aklına estiği gibi olmak, o an için hiç hesapta olmayan bir yere gitmek. Dolayısıyla hala her zaman yaptıklarımı yapmaya devam ediyorum. Tek bir fark var; bugüne kadar hemen hemen her zaman kendi iş programımı ben yapmıştım. Tabi burada bu mümkün değil. İş programına ait oluyorsunuz.
Oyunculuk sayfasını tekrar açmanızı sağlayan “Balıkçı” karakterine nasıl hazırlandınız?
Bu bir inşaat gibiydi. İlk 15 bölümü okudum, sonra senaryo yazarı olan arkadaşımdan karakterle ilgili bilgi aldım. Yavaş yavaş kurdum bu karakteri. İşte Coşkun Irmak’ın karakteri ve benim o karaktere biyografik olarak girişim. Şimdi ikinci bir karakteri doğuruyoruz; geçmişi. Ben yeniden bir doğum sancısına girdim. Bir zamanlar “Hikmet Karcı” olmuş adam sonra “Balıkçı” olmuş. Peki, tekrar “Hikmet” olduğunda ne olur? Bu hareketleri kurgulamak bir yandan çok zor, bir yandan da çok zevkli. Meslektaşım Zeynep Günay Tan’a, çalışma içinde müthiş güvendim, bu da karakter yaratma sürecini çok rahatlattı.
Alkaya ile “Balıkçı”nın örtüşen noktaları var mı?
Balıkçı, Coşkun’un yazdığı ve inşaatını benim yaptığım bir karakter. Dolayısıyla elbette kendi biyografimi işin içine soktum. Bu balıkçı nasıl yürür veya hangi anda denize bakma ihtiyacı duyar -Çünkü denizle ilgili olan insanların ufuk çizgisi çok geniştir. Kara insanından çok daha uzaklara bakarlar ama hangi anlarda buna ihtiyaç duyarlar?- tabii ki bunlar araştırılıyor ve elbette kendi biyografiniz işin içine giriyor. Çok enteresan anlar oldu. Dizinin ilk başlarında Balıkçı’nın hasta olan Ali’yi limandan alıp kendi kulübesine götürdüğü sahnenin sabahında ne yapar bu adam? Bir tane yatak var, yatağında onu mu yatırır? Peki, şimdi ne yapar? Açar şafak ışığında kitap okur. Bunların hepsi elbette benim biyografimden bir katkı. Sonuçta bir karakter inşa ederken kendinizdeki rol kişisini de devreye sokuyorsunuz. Eğer kendi deneyiminizi, duygusal bellek ve biyografinizi işin içine katmazsanız yazılan şey iki boyutlu olarak kalıyor.
Her ne kadar balık tutmaktan hoşlanmasanız da mükemmel canlandırdığınız bir balıkçı karakteri söz konusu…
Balık tutmam sahiden. Bunu sevmem de. Fakat balıkçı hayatım oldu. Özellikle Rumeli Hisarı’nda arkadaşlarımla bir balıkçı çevremiz vardı. Mustafa Alabora ve Oktay Sözbir çok sevdiğim arkadaşlarımdır. Bu insanlar 12 Eylül’den sonra evlerini geçindirebilmek için bir süre balıkçılık yaptılar. O süreç hiç kolay değildi. Biz oyuncuyuz ve ben seri katili de oynayabilirim. 1970’li yıllarda İstanbul’da çok fazla sivrisinek vardı ve ben bir gece uyanıp deliler gibi, kendimi kaybetmiş vaziyette sivrisinek öldürdüm. Hayatta öldürdüğüm-ki şimdi onu da öldüremiyorum-tek canlıydı. Sabah saydım 57 tane öldürmüşüm. Sonra bir arkadaşımı çağırdım odayı badana ettik. Seri katili oynayabilirim, seri katilin psikolojisini deneyimimden çıkarabilirim ama ben bir katil değilim. Bir balıkçıyı oynayabilmem için de balıkçı olmam gerekmiyor. Fakat şu da var; bir sahne içerisinde ağ atmak olsaydı o zaman onu öğrenirdim. Ağ dikmeyi, tamiratını bir parça öğrendim mesela. Uğraşırsam, profesyonel düzeyde ağ atabilirim. İzlemeyle birşeyler öğrendim, Beylerbeyi’ndeki arkadaşlara baktım ne yapıyorlar. Bir bıçak yaptırdım mesela, kaşığın sapını bıçak haline getirdiler, çünkü Çengelköylü bir midyecinin nasıl midye açtığını bir arkadaşım anlattı, bir ucuyla açıyor diğer ucuyla atıyor, sonra kabuk bir tarafa midye bir tarafa gidiyor. Çok zor bir iş. Saniyelik hareketler ve açıkçası, beceremedim. Kabuk temizlemekle yetindim. Bir işi yaparken önemli olan o işin bilgisini, metodunu doğru kurmak, oyuncu neyi oynarsa bağlantısını kurar. Şaheser bir balıkçıdan Hemingway’in “İhtiyar Balıkçı”sı çıkmaz ama Spencer Tracy’den çıkar.
Peki, Alkaya’yı bugünlere adım adım taşıyan dönemeçler nelerdi?
Elbette birçok olay vardır. Tam olarak şunlar benim için dönüm noktaları demek çok zor. Sanıyorum ilk olay; bakıcım Emine’nin bizi terk etmesiydi. O zaman çok sevmenin ne kadar acı vereceğini anladım, ilk kırılma noktası olarak bunu hatırlıyorum. Ayrıca ilkokul öğretmenim Necati Dağ’ın ve tabii ki babamın düşünce dünyamın şekillenmesinde etkisi oldu. Kendimi hissettim hissedeli adalet problemim ve itirazlarım vardı. Öyle bir noktaya geldim ki kelimelerle kurulan hayatın, bizi kalıplara yönelttiğini fark ettim. İşte edebiyatçı olmaya karar verdiğim dönemdir bu. Sonra kelimelerle, etimolojiyle uğraşmaya başladım. İster istemez şunu fark ediyorsunuz; siz kendinizi ifade edebilmek için, sizden çok önce içeriği saptanmış kelimeleri kullanıyorsunuz. O zaman bir yetersizlik duygusu oluşuyor. Sanırım bu yetersizlik duygusu, kendimi kurmada bir dönüm noktası oldu. Buna, doğumdan sonraki kültürlenme evresinin, algımızı ne kadar yabancılaştırdığını fark etmek de diyebiliriz. Bundan kurtulmak için dirayetli bir çaba içinde oldum. Mesela babam bana “İyi bir adamsın ama mübadele değerin yok, dikkat et” demişti. Ve bana dirençle ilgili bir şey anlatmıştı. Bu inandığın her ne olursa olsun onun uğrunda sonuna kadar direnmek, tek de kalsan direnmekti. Nokta Dergisi’ndeyken Haluk Şahin; “İş yapan hata yapar” demişti. Bu hayatıma cesaret katan çok mühim bir laftır. Fikret Otyam, annemin ve ailemizin yakın dostu, ilk yazılarımı yazmaya başladığım sıralar şunu söylemişti; “Ne iş yaparsan yap 25 kuruş da olsa telif alacaksın. Çünkü telif almazsan başka meslektaşlarına kötülük etmiş olursun”. Bu mesela kafamda yer tutmuştur, para kazanmaya ihtiyacım olduğu zaman kendi rakamımı kazanmak isterim. Bir gün yine Ruhi Su’dan aldığım bir öğüt vardır; Kartal’dan Kadıköy’e giderken Ruhi Amca sebepsiz bir şekilde dönüp “Ne yaparsan yap, birinci ol” dedi. İşte bu dönemeçler arasında bunlar da var. Bunlar küçük anlara sıkışmış büyük bilgiler. Ben hayatımı bu tür bilgilerin üzerinde yapılandırdım. Bunu tam olarak süzmek de bir hayat daha yaşamayı gerektirir.
Hayatınızda bundan sonra oyunculuk devam edecek mi?
Hayat karşıma ne çıkarır bilmiyorum. Ben bu işi severek kabul ettim. Matematiği mükemmel bir melodramdı. Görüştüğüm insanları sevdim, bu da önemli çünkü görüştüğüm insanları sevmeseydim tek başına senaryoyu sevmemin bir anlamı olmayacaktı. Zeynep’e (Zeynep Günay Tan), “Ben, benim gibi bir oyuncuyla çalışmak istemem. Çünkü bende yönetmen gözü var, seni rahatsız etmeyeyim sonra” dedim. O da “Yok, benim istediğim de böyle” dedi. Açıkçası bir daha böyle şeyler olur mu bilmiyorum? Ayrıca bu yapım şirketiyle çalışmaktan da çok memnun oldum, çünkü çok profesyonel çalışan bir şirket. İşinizi profesyonel yaptığınızda karşınızda böyle bir şirket istersiniz ve bir daha böyle bir şirket çıkar mı karşıma, bunu da bilmiyorum. Benim için bu sadece bir iş değil, bir sürü şey bir araya gelmeli. Oyunculuğa tekrar döndüğümde çok zevk aldım ama uzun yıllar bu işi yapmadan da yaşadım.
Gelelim denize… Deniz sizin için ne anlam taşıyor?
Su benim için çok şey ifade eder. Benim için suyun içinde olmak da üstünde olmak da bir terapidir. Vücudumdan elektriğin gittiğini hissederim. Ama bir daha kolay kolay 5 derecelik suya girmem.
Son olarak Orhan Alkaya’nın huzur bulduğu yerler nerelerdir?
Çocukluğumun İstanbul’u bir, Lizbon iki, Gümüşlük üç. Gümüşlük benim hayatımın bir parçası. Hemen hemen her sene giderim. Kendimi çok iyi hissettiğim bir yerdir. Lizbon çok önemlidir çünkü çocukluğumun İstanbul’una en çok benzeyen yerdir orası, içimi acıtır. Yunanistan’da birçok yer var ama özellikle kendimi çok iyi hissettiğim yer Pire Adası yakınında küçücük bir ada, Angistri. Çok tuhaf kimyası olan bir yer. Her şeyinizi çadırda ormanın ortasında bırakıp gidiyorsunuz ve geldiğinizde eşyalarınız yerli yerinde duruyor. Herkesin çok barışık yaşadığı bir ada. Onun için bazen arkadaşlarıma “Bildiğim bir ada var hep beraber oraya gidelim” diyorum. İstanbul’daki adaları da çok severim. Türkiye muhteşem bir yer. Neresinden bakarsanız bakın; göllerine, havzalarına kadar muhteşem...
Vira Dergisi
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.