1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Geçmişi geleceğe taşımalıyız
Geçmişi geleceğe taşımalıyız

Geçmişi geleceğe taşımalıyız

Denizde ekip ruhunun geliştiğini belirten ve birlikte hareket etmek gerektiğini belirten Kerem Demircioğlu denizin şakaya gelmeyeceğini özellikle belirtiyor. Kerem Demircioğlu ile hem denizden, hem spordan hem de müzikten konuştuk.

A+A-

Meslek hayatına TRT’de başlayan ve 24 senedir spiker olarak görev yapan Kerem Demircioğlu, aynı zamanda spor ve müzikle de yakından ilgileniyor. Şu anda TRT FM’de “Şehir Kulübü” programını hazırlayıp sunan Demircioğlu, tamamen kendisinin hazırladığı bir müzik CD’nin çalışmalarını da tamamlamak üzere. En geç ekim ayında müzikseverlerle buluşacak olan CD’nin heyecanını yaşayan Kerem Demircioğlu, denizi de çok yakından tanıyor. İki sene boyunca gece yarısı denize çıkıp lüfer avlayan Demircioğlu, denizin bütün yüzlerini bildiğini vurguluyor. Denizde ekip ruhunun geliştiğini belirten ve teknede herkesin, bir insan vücudunun uzuvları gibi birlikte hareket etmek zorunda olduğunu vurgulayan Kerem Demircioğlu denizin şakaya gelmeyeceğini özellikle belirtiyor. Kerem Demircioğlu ile hem denizden, hem spordan hem de müzikten konuştuk.


Sohbetimize yol hikayenizle başlayalım. Spiker olmak gibi bir hayaliniz mi vardı? Nasıl başladı bu yol hikayesi?
 

Tamamen tesadüf olarak başladım bu mesleğe. Gerçi babam gazeteci, annem TRT spikeriydi. Bu nedenle de evde temiz bir Türkçeyle konuşulurdu, ben bu Türkçe ile büyüdüm. Üniversitede de Basın Yayın Yüksekokulu’na girmiştim. O dönem annem, “TRT’de spikerlik kursu açılıyor. Girer misin?” diye sordu. Ben de, “Olur gireyim” dedim. Öyle bir niyetim yoktu, ama herkes gibi üniversiteyi bitirdikten sonra bir iş sahibi olmak zorundaydım. O dönemde dinlediğim müzik türüne göre saçlarım uzundu. Annem de, “Saçlarını kestir, sınava öyle gir” dedi. Saçlarımı kestirmediğim için o dönem sınava giremedim. Bir sene sonra annem yeniden sınav açılacağını söyledi. Ben de o zaman saçlarımı kestirmiştim. Sınavlara girdim, birinci, ikinci sınavı geçtim, kursa katıldım, genel sınav derken spiker oldum. Normalde bu işle ilgisi olmayanlar sınav öncesi genelde diksiyon dersi alırlar, bir hazırlık yaparlar. Benim öyle bir hazırlığa ihtiyacım olmadı, çünkü zaten çocukluğumdan beri evde temiz bir Türkçe ile konuşuluyordu. Dolayısıyla benim günlük yaşantım o sınavı geçmeye yetti. Sadece çok genç olduğum için sesim tam oturmamıştı. Sonunda spiker olunca ilk tayin yerim Trabzon Radyosu oldu. Aslında önüme iki seçenek koymuşlardı. Biri Trabzon, diğeri Erzurum… Ben kararsız kalınca büyüklerim; “Trabzon iyidir” deyip, tayinimi oraya yaptılar. İyi ki de öyle olmuş. Dört sene orada çalıştım, henüz 21 yaşındaydım, o yıllar beni gerçekten çok olgunlaştırdı.
 

Trabzon’u nasıl buldunuz?
 

Trabzon’un denizinin ve limanının olması daha sosyal bir şehir olmasını sağlıyor. Aslında Trabzon halkı biraz sert ve tutucu gibi görünür, ama öyle değildir. Trabzon’da hem kişisel, hem de sosyal anlamda zorluklar yaşamadık değil, ama sonuçta dört senemiz geçti orada. Güzel günlerimiz, arkadaşlıklarımız oldu. Dört sene sonra tayinim İstanbul’a çıktı. 24 senedir TRT’de spikerliğimi sürdürüyorum.15 senedir de İstanbul Radyosu’nda baş spiker olarak görev yapıyorum.


Kerem Demircioğlu nasıl biridir? Uzun zamandır TRT FM’de program yapıyorsunuz, biraz programlarınızdan bahseder misiniz?
 

Üniversite hayatımdan başlayacağım. Ben önce Fen Fakültesi Uzay Bilimleri’ni kazandım, analiz, geometri, matematikle ilgili bir sürü ders vardı. Yapamayacağımı anladım ve yeniden sınava girdim, bu kez sosyal bilimleri yazdım. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Bölümü’nü kazandım. Diğer taraftan müzik her zaman benim için önemli oldu, gitar çalıp şarkı söylerdim. Hatta bazı mekanlarda gece program yapıp, harçlığımı bile kazandım. Bu nedenle radyoda da hep müzik programlarına ilgim oldu. Bu nedenle İstanbul’a geldiğimde TRT FM’de çalıştım. Son 4-5 senedir artık kendi programımı yapıyorum. Bu dönemde yayıncılık bizi bu noktaya getirdi. Ben de kendi hazırladığım programı sunuyorum. TRT FM’deki yayın akışı hemen hemen bellidir. Müzisyen konuklarımızı ağırlıyoruz. Canlı müzik yaptırıyoruz. Benim müzisyenlik yanım olduğu için ben de canlı müzik yapıyorum. Çok uzun dönem “Müzikle yaşayanlar”, 2010-2012 yılları arasında da gündüz 12:00 ile 15:00 saatleri arası “Radyo Kulübü” programını yaptım. Bu sene de, ocak ayından itibaren “Şehir Kulübü” programını yapıyorum. Her hafta bir müzisyen konuğumuz oluyor. İlginç ve çok tanınmayan şarkılar çalıyoruz. Açıkçası ben biraz daha alternatif şarkılara yer vermek istiyorum. Biraz daha kendi tarzında, benim beğendiğim, kendi söz ve bestelerini yapan müzisyenlere yer vermeye çalışıyorum programlarımda.
 

İşinizin bir de idari bölümü var…


Açıkçası idari kısım beni zorluyor. Spikerlerin organizasyonunu yapan kişi olarak görülüyorum. Ben hiçbir zaman kendimi yönetici olarak saymadım. Bir organizasyon yapıyorum. Çok zor tabii. Çünkü herkesi mutlu etmek çok zor. Herkes sadece kendinden sorumluyken, ben 12-13 spikerden, hatta yapımcıdan da sorumluyum. Çünkü onların da spiker talepleri oluyor. Amirlerimizin spiker talepleri var. Hepsini karşılamak zorundayım. Bu nedenle boş günlerim de bile telefonum açıktır.


Meslek hayatınız boyunca hiç unutamadığınız bir anınız oldu mu?
 

Aslında bu soruya çok net bir cevap veremeyeceğim. Çünkü bu 24 senede beni çok güldüren veya hayal kırıklığına uğratan bir şey olmadı. Tabii ufak tefek şeyler oldu. Trabzon Radyosu’nda birbirimizin konsantresini bozmak için muziplikler yapardık. Örneğin birimiz haber okurken, diğerimiz karşısına geçer muziplik yapardık. Hatta stüdyoya sessiz sedasız girer, ışıkları kapatırdık. Haber okuyanı düşürmeye çalışırdık. Tabii her yayıncının başına gelen aksiliklerle karşılaştım ama çok da önemli bir şey yaşamadım.
 

Biraz da denizden bahsedelim. Deniz hayatınızın neresinde?
 

Doğma büyüme İstanbulluyum. Sadece dört sene İstanbul’dan ayrı kaldım, o da denizi olan bir şehirdi. Dolayısıyla denizin hiç bir zaman eksikliğini hissetmedim. Aslında denizle çok iç içe yaşadım bir dönem. Dayım, Muzaffer Uludağ’dır, o da eski bir müzisyendir. Müziği bıraktıktan sonra bir tekne satın aldı. Bakırköy sahilindeki bir balıkçı barınağına teknesini çekti ve balıkçılığa başladı. Tekne önce beş metreydi, sonra yedi, ardından 15 derken, büyük bir balıkçı teknesi haline geldi dayımın teknesi. Dayım ve kuzenlerimle birlikte iki sene boyunca her gece yarısı lüfer avına gittik. İşte o dönemde denizin kötü tarafını da gördüm. Yani deniz sadece yüzülecek, seyredilecek bir manzara olmaktan çıktı, bazı kişiler için zorlukla kazanılan bir ekmek kapısı oldu gözümde. Kısacası zorlukları ve tehlikeleri de vardı denizin. Kışın sabahın üçünde tir tir titreyerek Florya-Yeşilköy açıklarına açılıp, büyük gırgırların arasından sıyrılıp balığa çıkmak kolay değildi. Çok para kazandığımız da oldu, fırtınaya yakalandığımız da… Denizin her yönünü gördüm. Aslında işin ilginci sonradan bana mavi tur veya bir tekne turu teklifi geldiğinde kalsın diyorum. Çünkü o günler aklıma geliyor. Açıkçası hem güzeldi, ama tehlikeliydi de… Deniz çok güzel, ama dikkatli olmak lazım. Aynı zamanda şunu öğrendim. Ekip ruhunu… Çünkü herkes teknede, bir insan vücudunun uzuvları gibi birlikte hareket etmek zorunda… Sabrı öğreniyorsun, zorlukları öğreniyor, cezalandırılmayı ya da ödüllendirilmeyi yaşıyorsunuz. O yıllar ilginç ve hayatıma önemli tecrübeler yüklediğim yıllardı.
 

Öyleyse balık çeşitlerini iyi biliyorsunuzdur…


Biliyorum. Beş senedir halkımız maalesef çupra ve levreği biliyor. Onlar da çiftlik balığı dediğimiz suni yemle beslenen, saman gibi tatları olan balıklar. Çiftlik balığı tatsız oluyor haliyle. Hem balıklara, hem bize, hem de çevreye yazık. Özellikle son bir yıldır tamamen balığa yönelmiş durumdayım. Bir balık kültürüm oluştu, çünkü balık kesinlikle bir kültür işi. Şu zamanlarda favori balığım uskumru. Ben de balık yaparım. Trabzon’da ekşili denen bir balık yemeği yapılırdı. Tepsiye dilim dilim palamutlar sıralanır, en altta patates, onun üzerine domates, soğan ve limon dilimlenir. Bir çeşit buğulama… Çok lezzetli olur. Her gün deniz ürünü tüketebilirim.


İstanbullu olduğunuza göre bu güzelim kentte geçmişten günümüze neler değişti?
 

Çok şey değişti. Yaşadığım, doğduğum, büyüdüğüm semt Bakırköy’den bahsetmek istiyorum. Bakırköy’ün sahili o kadar değişti ki. Bir zamanlar yemyeşil ağaçları olan ve o ağaçların hemen bitiminde denize girilen bir yerdi burası. Florya Güneş Plajı, Ataköy ve Yeşilyurt’ta denize girilirdi. Balıkçı barınakları vardı. Her hafta sonu ailemizle gittiğimiz ve piknik yapabileceğimiz yerler vardı. Bu pikniklerde asla şimdiki gibi mangal nedeniyle dumanlar tütmezdi. O zaman başka bir gelenek vardı. Sonra Türkiye’nin ilk AVM’si buraya yapıldı. Ardından başka AVM’ler kurulmaya başlandı ve bunun arkası öyle bir geldi ki, ben bile anlayamadım. Çok hızlı değişti her şey. Şu anda zannediyorum sadece Bakırköy’de 7-8 AVM var.
İstanbul içinden deniz geçen bir şehir… Yurt dışında birçok yeri gezmişsinizdir, nasıl bir fark gördünüz?
Dünyada hakikaten İstanbul gibi bir şehir yok. Ama gezdiğim şehirler arasında, deniz konusunda İstanbul’a en çok benzeyen yer Barselona’ydı. Çok kozmopolit ve deniz kenarına kurulmuş bir şehirdir Barselona. Çok büyük bir sahili vardır. Bu sene de Nice’ye gittim. Nice’de de kilometrelerce bir sahil var. Orası da kozmopolit bit şehir. Avrupalıların denize, kuma, güneşe olan yaklaşımları bizden biraz farklı… Onlar en ufak bir fırsatı bile değerlendirip; denizin, güneşin, iyot kokusunun tadını çıkarabiliyorlar. Biz İstanbul’da öyle değiliz. Öyle büyük bir koşturmanın içerisindeyiz ki, işten eve, evden işe gitmek bile bir mücadele bizim için. Bu koşturmanın içinde bırakın denizi, hiçbir şeyle ilgilenemiyoruz. Tabii eskisi gibi denize girecek yerler de çok azaldı. Nerede o eski İstanbul? Kaldı ki, İstanbul bir sanat şehri ama yararlanabiliyor muyuz? Metropolde yaşamanın sıkıntıları çok fazla… İnsan bir yere kadar gidebiliyor, sonra yoruluyor.
 

Spor da sizin özel ilgi alanlarınızdan birini oluşturuyor. Biraz spor hayatınızdan bahseder misiniz?
 

Spor benim hayatımın önemli bir kısmını kapsadı, hala da kapsıyor. Oğlum tenis oynamaya başlamıştı, onu götürüp getirirken, “Ben neden oynamayayım?” dedim ve tenise başladım. Yaş 37… Her gün 2-3 saat tenis oynamaya başladım. Şansım vardı, Yeşilyurt Spor Kulübü evime çok yakındı. 10 dakikada arabayla gidebiliyordum. Bizim kulübümüz sosyal bir kulüptü. 40-45 yaş grubu arasında Milli Takım’a seçildim. Majorka’da ITF Dünya Seniors Tenis Takim Şampiyonası'nda Türkiye’yi temsil ettim. Ardından federasyonun resmi kursuna katılıp, tenis antrenörlüğü sertifikası aldım. 1. kademe tenis antrenörüyüm aynı zamanda. Fakat sakatlığım nedeniyle tenisi bırakmak zorunda kaldım. Tenis hayatımda çok önemli bir yere sahip. Marser İlhan, bizim en iyi tenisçimizdir. Özbek asıllıdır. 3-4 senedir gönüllü olarak onun basın danışmanlığını yapıyorum.


Müzik her dönem hayatınızda olmuş, şimdi bir de CD çalışmanız var. Bize bu çalışmadan bahseder misiniz?
 

Geçmişte gitar çalıp, çeşitli mekanlarda sahneye çıktığımdan bahsetmiştim. Tabii devlet memurluğu ve spikerlik müzik yaşantımda bir duraklama dönemine girmeme neden oldu. Ama asla tamamen kopmadım. Gitar çalmaya, söz ve beste yapmaya devam ettim. 35 yaşındayken iki şarkı yapıp TRT yönetimine gönderdim. TRT arşivlerinde de var bu şarkılar. Şimdi profesyonel bir stüdyo çalışması yaptım. Akustik bir çalışma. Yani pop tarzında değil, daha çok Bülent Ortaçgil, MFÖ tarzında daha sakin bir albüm oldu. Müzik şirketimle de anlaşma sağlandı. 2013 yılının sonbaharında piyasaya çıkmak üzere çalışmalarımızı ilerletiyoruz. Telif hakları, klip çekimleri, albüm kapağı hazırlıkları gibi… Onları da tamamlayıp, eylül en geç ekim ayı gibi piyasaya çıkarmayı düşünüyorum. TRT’de çalışmam da özel bir durum tabii, her istediğinizi yapamıyorsunuz. Özel izinler almak durumundasınız. Bu konuda da başvurumu yaptım bir sıkıntı görünmüyor.
 

Önümüzdeki süreçte ne gibi hedefleriniz var?
 

24 sene emek vermiş olduğum devlet memurluğu var. Dolayısıyla emekli olmayı bekleyeceğim. Emekliliğime beş sene kaldı. Emeklilikle beraber müziğe devam etmek istiyorum, çünkü müziği çok seviyorum. Birkaç arkadaşımla ortak olup, tenis okulu kurma projemiz de var. 5-6 yaşındaki çocukları yetiştirip, onları dünyadaki turnuvalara hazırlamak istiyoruz. Türkiye’de maalesef böyle bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Amerika ve Avrupa’da tenis akademileri var. Burada bütün yaş guruplarında dünyayı çocuklarla dolaşan antrenörler bulunuyor. Bunu Türkiye’de de hayata geçirmemiz gerekiyor. Tabii spiker olarak da mesleki deneyimimiz çok fazla. Bu deneyimleri gençlere aktarmak gibi bir görevimiz de var. Bu nedenle ileride kurs eğitmenliği de yapabilirim.

İstanbul büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir dünya mirası. Son olarak bu mirasın korunması konusunda ne düşünüyorsunuz?
 

İstanbul’u da, ülkemizin diğer bölgelerini de korumamız gerekiyor. Mesela depremlerde de yakından gördük. Alt kattakiler cahilliklerinden dolayı kolonu keserler, kolonun kesilmesi kendi ölümlerine de sebep olur. Kültürümüzün yok edilmesini, ben kolon kesmek olarak nitelendiriyorum. Kesinlikle geçmişi geleceğe taşımamız lazım. Avrupa’nın Türkiye’den en önemli farkı işte bu. Yani tarihini, değerini, yeşilini, doğasını koruması… Bizlerin de kültürel ve doğal mirasımızı geleceğe taşımamız gerekiyor.
 

Bu haber toplam 1977 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.