Çünkü Savaş Hiç Bitmedi ki…
Sabah olmak üzere… Saatlerdir tek bir cümle yazamadım. Oysa savaşı değil kendimi yazmak isterdim. O giderek dayanılmaz bir acı veren sonsuz sevilme arzumu… Kimin tarafından ve hangi amaçla olursa olsun bu hastalıklı sevilme arzum yüzümden içimdeki sesi nasıl boğduğumu…
Terkedilmekten ne kadar çok korktuğumu ve bu derin korku yüzünden kimseye bağlanamadığımı.
Savaşı değil o büyük yalnızlığımı yazmak isterdim. Gövdemin bodrum katında, karanlık bir odada küskün ve eziyet içinde bekleyen ruhumu yazmak isterdim. Bu bekleyişin ardında yatan o korkunç bilinmezliğimi…
Savaşı anlamak, kendimi anlamaktan çok daha kolay…
Başarabileceğimi bilseydim bu zorluğu göze alırdım. Ve savaşı hiç anlatmazdım.
Ama bu çürümüş, zehirli, bu rehin sözcüklerle ancak savaş anlatılabilir.
Oysa bu sözcükleri biz bu hale getirdik. Gücünü benciliğimizden alan korkularımızla, bu korkuların büyüttüğü o ruhumuzu kemiren suçluluk duygularımızla, zaaflarımızla, güce ve iktidara duyduğumuz o hastalıklı hayranlığımızla, bizim kurban kanımızdan yapıldı o sözcükler…
İçimizden çıktı onlar; ama şimdi içimizi anlatamıyor. Savaşı anlatabiliyor ancak…
Savaş içimizden çıktı; bunu bildiğimiz halde yine de anlamazlıktan geliyoruz… Savaşın çıkıp çıkmayacağını, çıkarsa ne zaman çıkacağını soruyor kimileri bana…
Savaş çıkmayacak, diyorum onlara.
Çünkü savaş hiç bitmedi ki, hiç ara verilmedi ki ona, yeniden çıksın…
Bu olsa olsa bir savaş töreni en yeni, en gelişmiş savaş silahlarının gösteriş ve satış töreni… Gücü ve savaşı kutsama.
Savaştan güçlerin ölüm sanatında ne kadar ustalaştıklarını ve rakipsiz olduklarını birbirlerine kanıtlama töreni… Bu törenden sonra binlerce füze satılacak başka katillere…
Savaş çıkmayacak çünkü ona hiç ara verilmedi; ama yine de çok korkuyorum. Bir türlü ara verilmeyen savaştan çok, kendimi yeni, hiç zehirlenmemiş ve rehin olmayan sözcüklerle anlatmadan ölmekten korkuyorum…
Sabah olmak üzere. Martılar pencereme havlıyor. Artık onlara denizde yiyecek yok. Köpekler gibi sokak aralarındaki çöpleri karıştırıyorlar. Köpekler martılardan korkuyor. Köpekler denizin küsmeden önceki martıları olmayı düşlüyor. Martılar, ruhu karanlık odalarda bekletilen insan gövdelerine benziyor… Sabah oluyor ve içkim azalıyor. Neden bu kadar kendimi anlatmayı istediğim halde savaşı yazmaya zorlandığımı anlamaya çalışıyorum.
Korkuyorum. Korktuğum için de sevişmek istiyorum. Tıpkı korkunca sevişmeye başlayan kimi kuşlar gibi…
Ruhum gövdemin bodrum katında, karanlık bir odada eziyet içinde beklerken, tenini en çok arzuladığım kadınla sevişsem ne değişirdi ki hayatımda…
Biter miydi korkularım… Diner miydi; kim ve ne amaçla severse sevsin yine de dinmeyen o sevilme arzum…
İçimdeki sesi bastırmaktan vazgeçer miydim artık…
Suçluluk duygularımdan, zaaflarımdan arınır mıydım…
Oysa kendimle yüzleşmek, gövdemin bodrum katında beklettiğim ruhumla buluşmak olmalıydı benim için sevişmek…
Ama ben bu buluşmadan korktuğum için sevişmek istiyordum şimdi.
Düşündükçe korkuyorum… Ya gövdemin bodrum katında hiç kimse yoksa…
Gövdelerinden, gövdelerinin bodrum katından hiç haber vermeden ayrılmış hayaller, düşler, rüyalar, ruhlar şimdi hangi ıssız çölde sevişir birbirleriyle; bir kayboluş dansı eşliğinde…
Şimdi artık ruhundan uzak kalmış gövdeler birbirinden öç almak için sevişiyor…
Belleğini yitiren tenlerimiz artık ruhsuz güzelliklere kamaşıyor…
Irak’ta sağ el omuzda, sol el sağ omuzda ve başlar hafif sola eğik tutulunca, bu, Saddam, sana boynumuz kıldan ince demekmiş…
Her halk kendi katiline sarılıyor korkuyla…
Yoksul Irak halkı odalarının duvarlarına katillerinin resmini asıyor…
Karınlarını bile güçlükle doyururken katilleri için ölmeye hazırlar.
Camilerde kendilerinden geçercesine ağlıyorlar.
Katillerinin kendilerine bu hayatı zindan ettiğini unutmak için vatan için ölmeyi özlüyorlar…
Katillerine kusamadıkları öfkeyi, kendilerine yabancı, uzaktaki, Amerika’daki uygar görüntülü, kravatlı, ölüm gülüşlü katile kusuyorlar…
Doğulu katillerden hep nefret ettim, ama Batı’ya, onun uygarlığına da hiç inanmadım…
Kazıyın Batı’daki demokrasi tarihinin altını, altından siyahların, kölelerin, ezilenlerin, dili çalınmış insanların kanı çıkar: Cinayetler ve zulümler uygarlığı!..
Irak halkının ikiyüzlü duygusallığına da inanmıyorum. Kazıyın o duygusallığın altını Halepçe Katliamı çıkar, binlerce mazlum Kürt insanının kanı çıkar…
Hayat katillerimizden yana olduğumuz için bizi sevmiyor.
Ölüm bizi durmaksızın yanına çağırıyor…
Sözüm ona sosyalist Toni Blair konu Ortadoğu’da etkin olmaya, petrolden daha çok pay almaya, çıkarlarını kollamaya ve paylaşım savaşına geldiği zaman nasıl da katileşiyor…
Peki, insan insanın kurduysa ve hep kurdu olarak kalacaksa aydınlanma neydi, neydi o uygarlaşma kavgaları; neydi bilimsel gelişme, demokrasi, insan hakları; neydi eğitim, kültürel işbirliği; neydi felsefi birikimler, etik, evrensel hümanizma…
Yoksa bütün bunlar televizyonların karşısına geçip, bira içip, cips yiyerek korkunç bir savaş makinasının operasyonu nasıl gerçekleştirdiğini ve Irak’ın ne kadar zaman sonra diz çöküp teslim olacağını merakla ve şeytansı bir keyifle seyretmemiz için miydi?
Ya da hiçbir şey yapmadan kendi katillerimizin savaş konusunda ne tutum takınacaklarını bekleyip durmak için miydi?..
Çok geç anladım: Vatan sana canım feda sözünün, aslında, katilim canım sana feda, anlamına geldiğini…
Ve o günden beri katillerin psikolojisini anlamaya çalışmaktan bıktım usandım…
Çünkü bana yıllardır kendi, bildik, tanıdık, benimle aynı dili konuşan katillerimizi sevdirmek için, yabancı, uzak ülkelerdeki katilleri kötülediler, aşağıladılar…
Oysa milliyeti, dini, dili ne olursa olsun bütün ülkelerin katilleri birbiriyle bütün ülkelerin işçilerinden ve ezilenlerinden daha büyük bir dayanışma içindeydiler…
Katillerin, halkların olduğundan daha çok birbirlerine ihtiyaçları vardı…
Çünkü yüzyıllardır savaşlar hiç bitmedi…
Ve asıl savaşlar sözüm ona barış dönemlerinde yaşandı.
Hayat, katillerimizden yana olduğumuz için bizi sevmiyor… Çünkü ölüm çağırıyor bizi…
Çünkü Amerika’da şu an arabasıyla evine dönen biri, savaşın borsadaki gidişatı nasıl etkileyeceğini düşünüyor sadece. Para piyasalarındaki olası ani dalgalanmaları… Ve modeli eskiyen arabasını yeni bir markayla değiştirmeyi operasyon bittikten sonraya erteliyor.
Tıpkı bizim ülkemizdeki onbinlerce insan gibi…
Tıpkı Londra’daki, Tokyo’daki, Paris’tekiler gibi…
Savaş insanların yatırımlarını, çıkarlarını, cüzdanlarındaki parayı ne kadar etkileyecekse o kadar önemseniyor…
Arabasını değiştirmeyi savaştan sonraya erteleyen ya da savaş onu borsadaki yatırımı kadar ilgilendiren o insan, arabasını bir ağaç altına, ya da deniz kenarına çekip doğan güneşe bakarak yanındaki eşine, sevgilisine, arkadaşına; Biliyor musun bugünlerde içim bomboş, nedense yaşama sevincimi kaybettim, hiçbir şey heyecan vermiyor artık bana, diyor ve sonra yanındaki insanın omuzuna hafifçe yaslanıp ağlıyor, ağlayabiliyorsa hâlâ…
Belki de yanındaki insan onu teselli edemezse arabadan dışarı çıkıp önünde uzanan boşluğa adını haykırıyor çığlık çığlığa, sesinin yankısına sarılabilmek için… Sesinin yankısında içindeki yaşam sevincini neden ve ne zaman kaybettiğini anlayabilmek için…
Irakta’taki yoksul, katilini yokedemediği ve hayatını elleriyle yeniden korumadığı için ölümü özlüyor, ölümü çağırıyor.
Savaşa ve katillerine kendilerine çıkar sağladığı için bağlananları ise hayat safdışı ediyor…
Ruhsuz gövdeleri anlamsız bir acıyla kasılıyor…
Ne için yaşadıklarını bilemedikleri için ölmekten delicesine korkuyorlar…
Kendileriyle yüzleşmek için para kazanmak ve ruhları ıssız bir çölde kayboluşun eşliğinde dans ederken sevişmek istiyorlar sadece…
Ama yine de çağırdıkları o neyse, hiç geri gelmiyor…
Çünkü savaş hiç bitmedi ki…
Cezmi ERSÖZ
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.