Carmen ya da Cenan
A+A-
Yıllar önce sokakta ağlayan çıplak ayaklı bir kadın görmüştüm. “Neden ağlıyorsunuz, ne oldu?” diye sorduğumda oturduğu basamaklardan kalkıp İspanyolca bir şeyler söyleyerek boynuma atılmıştı. Sonradan anladık ki Carmen bir Erasmus öğrencisiydi ve odasını kiraladığı evin sahipleri tarafından sokağa önce kendisi, sonra da ayakkabıları "fırlatılmıştı". Dilini bilmediğin yabancı bir ülkede sokakta kalmak insanın en temel korkularını açığa çıkarmak için bire bir diye düşünmüştüm bana sımsıkı sarılıp ağlarken.
Geçen yıl bir dergi için İstanbul’un gece seslerini araştırıyordum. Hard rock kafelerden, caz kulüplerine, techno club’lardan dünya müziği çalan mekanlara kadar girip çıkmadığım yer kalmamış, İstanbul’un seslerinin peşine düşmüştüm. Ama gece, gündüz kalabalığa karışan sesleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkardığı için, müzikten başka, hesapta olmayan şeyler de duydum.
Hele bir keresinde hava çok soğuktu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, İstiklal Caddesi’nde Arapça bir ağıt yükseldi. Mülteci bir kadın Fransız Konsolosluğu’nun korkuluklarına dayanmış korkunç bir hüzün içinde gözyaşı dökmeden kelimelerle ağlıyordu. Söylediklerinin anlamını bilmiyordum ama yakarışındaki metanet içime mıh gibi oturdu. Önünden geçtim...
Geçebildim.
Ertesi gece Boğaz’da bin bir izinle girilen havalı kulüplerde çalınan müziği dinlemeye gidecektim. Evden çıkıp Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçip Ortaköy’e doğru yola koyuldum. Hava artık ayazdı. Birkaç adımda bir, otobanın kenarında, üst geçitte, metroda, kaldırımda, kucaklarında çıplak ayaklı çocuklarıyla oturan mülteci ailelerin iniltilerinin de önünden geçtim...
Geçebiliyordum.
Bir bilim kurgu filminde yoksul dünyaların iletişim kurulamayan halkını canlandıran figüranlara benzedikleri ve çok oldukları için mi onları görmeyip duymuyorduk?
Kendimden, kulaklarımdan, gözlerimden utanıyorum ve bu utançla yaşıyorum.
Geçen yıl bir dergi için İstanbul’un gece seslerini araştırıyordum. Hard rock kafelerden, caz kulüplerine, techno club’lardan dünya müziği çalan mekanlara kadar girip çıkmadığım yer kalmamış, İstanbul’un seslerinin peşine düşmüştüm. Ama gece, gündüz kalabalığa karışan sesleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkardığı için, müzikten başka, hesapta olmayan şeyler de duydum.
Hele bir keresinde hava çok soğuktu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, İstiklal Caddesi’nde Arapça bir ağıt yükseldi. Mülteci bir kadın Fransız Konsolosluğu’nun korkuluklarına dayanmış korkunç bir hüzün içinde gözyaşı dökmeden kelimelerle ağlıyordu. Söylediklerinin anlamını bilmiyordum ama yakarışındaki metanet içime mıh gibi oturdu. Önünden geçtim...
Geçebildim.
Ertesi gece Boğaz’da bin bir izinle girilen havalı kulüplerde çalınan müziği dinlemeye gidecektim. Evden çıkıp Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçip Ortaköy’e doğru yola koyuldum. Hava artık ayazdı. Birkaç adımda bir, otobanın kenarında, üst geçitte, metroda, kaldırımda, kucaklarında çıplak ayaklı çocuklarıyla oturan mülteci ailelerin iniltilerinin de önünden geçtim...
Geçebiliyordum.
Bir bilim kurgu filminde yoksul dünyaların iletişim kurulamayan halkını canlandıran figüranlara benzedikleri ve çok oldukları için mi onları görmeyip duymuyorduk?
Kendimden, kulaklarımdan, gözlerimden utanıyorum ve bu utançla yaşıyorum.
Bu yazı toplam 4979 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.