Bu dünyanın kucaklaşması
“… Her sabah bir boşluğu giyerdim sırtıma… Ayrılığın, onulmaz ihanetlerin derin acılar verdiğini çok eskiden hissetmiştim, ama boşluğun bu denli tarifsiz bir yıkım olacağını bilemezdim içimde. Bu boşluğu her hissedişimde seni gizli gizli özlerdim. Sen içimden çıkmıştın, varlığımdan kopmuştun, ama ben seni, herkesten korumaya yükümlü olduğum hayattan gizli özlerdim. Ben boşluğa her düştüğümde seni, yani yitirdiğim kendimi taklit ederdim… İçimdeki üşüyen boşluğa çizerdim o sahici yüzünü. Yüzünü görür gibi oldukça anlardım bir kez daha, benim için, aşkım için kim bilir kaç kez öldüğünü. Saçlarındaki sıcacık kanı görürdüm. O baş eğmez, inatçı, o sonsuz sevdanı… Arkadan görürdüm seni. Yüzüne bakmaya gücüm yetmezdi. Benim için ölürken seninle göz göze gelmeye cesaretim yetmezdi…” Cezmi Ersöz “Bu dünyanın kucaklaşması” derken, içinde yaşadığı fırtınayı döküyor satırlara…
Çünkü sen gittin ve kötücül, zehirli bir arzu olarak kaldım ben. Yaşadıkça kendine ihanet eden bir arzu… Sen gittin ve ben bir söz bataklığında kalakaldım. Artık yaşamımı sözler kuruyordu, sözler kurtarıyordu. Öyle sanıyordum… Her sabah olmayan birine öykülenerek uyanıyordum, gerekenleri sıralayan bir efendim vardı başımda. Uşak ruhlu bir efendi… Hayatımı kurtarmam için olmadığım biri olmaya çalışmalıydım ona. Kendimi hiç yaşamamalıydım. Yaşadığımda da suçluluk duymalıydım. Kendime rağmen yaşamak koşuluyla her şeyi arzulayabilirdim. Kendime rağmen her sözü söyleme hakkım vardı. Her ölümü tasarlama, her yolculuğa çıkma… Sen yoktun, iyilik ve kötülük yoktu. Dibe vurmak ve sevinçten gökyüzüne uçmak yoktu. Her sabah uşak ruhlu efendim tarafından elime tutuşturuldu iyilikler ve kötülükler… Ve soğuk, ruhsuz bir dille öğretirdi bana bu iyiliğin nerede kullanılacağını, kötülüğü nerede göstereceğimi… İyilikle kötülüğü birbirine karıştırdığımda hiç telaşlanmadan durumu nasıl düzelteceğimi öğretirdi bana…
Her sabah bir boşluğu giyerdim sırtıma… Ayrılığın, onulmaz ihanetlerin derin acılar verdiğini çok eskiden hissetmiştim, ama boşluğun bu denli tarifsiz bir yıkım olacağını bilemezdim içimde. Bu boşluğu her hissedişimde seni gizli gizli özlerdim. Sen içimden çıkmıştın, varlığımdan kopmuştun, ama ben seni, herkesten korumaya yükümlü olduğum hayattan gizli özlerdim. Ben boşluğa her düştüğümde seni, yani yitirdiğim kendimi taklit ederdim… İçimdeki üşüyen boşluğa çizerdim o sahici yüzünü. Yüzünü görür gibi oldukça anlardım bir kez daha, benim için, aşkım için kim bilir kaç kez öldüğünü. Saçlarındaki sıcacık kanı görürdüm. O baş eğmez, inatçı, o sonsuz sevdanı…
Aşk korkaklarına soruluyordu dünyanın gidişatı
Arkadan görürdüm seni. Yüzüne bakmaya gücüm yetmezdi. Benim için ölürken seninle göz göze gelmeye cesaretim yetmezdi… Dönüp bir kez bile bakmadın bana. Dönüp bir kez bile korkaklığımı yüzüme vurmadın. Sen benim için ölümü göze alırken, benim arkada senin kavganı seyretmemi yüzüme vurmadın. Bir kez olsun kınamadın beni. Bir kez olsun sorgulamadın sana olan ihanetimi… Ve böylece aşkın karşısında nasıl küçük düşüldüğünü öğrettin bana. Sen beni yerden kaldırmak istedikçe, ben korkuyla ayaklarına kapanırdım, uğruna kavgaya girmediğim yitik aşkımın. Korkuyla gözlerimi kaçırırdım senden. Sana, ulaşamazsam, bana uygun görülen, öykülenmeye zorlandığım kişiliğime dönerdim. Dünyadaki derslerime dönerdim. Çünkü sevginin, çok sevginin tiksinti uyandırdığı öğretilirdi dünyada. Mide bulantısı… Çünkü artık aşk korkaklarına soruluyordu dünyanın gidişatı.
Hayatımda aşk için bir kez olsun her şeyini, yaşamını, düşlerini feda etmemiş olanlara soruluyordu aşkın ne olduğu… Bunları bilip de bilmezlikten gelip nasıl yaşanabilirdi? Her sabah boşluğa aşkının yüzünü çizip, sonra da uşak ruhlu bir efendinin giydirdiği bir kişiliğe benzemeye çalışarak nasıl sürüp giderdi bu hayat. Eylem yoksa, yoksa yerlerde sürüklenen aşk yüzlü insanların adına kavgaya girmek, yoksa kalbin ezilenler için incecik kanaması, boşlukta arardı kendini insan… Her sabah acı bir boşluğu giyinirdi…
Kurtulamadım o eski zaman şarkılarından
Kendisi için kavgaya giren sevdasının saçından akan sıcacık kanı seyretmekle yetiniyorsa insan, kendini yok eden, kendini parçalayan kötücül bir arzudan başka bir şey değildi çünkü. Yine de kurtulamadım, kurtulamadım kötücül arzularıma rağmen içime akıp gelen kederli çocukluğumdan. Her ihanetime rağmen benden umudu kesmeyen, yapayalnız ve hep kalpsiz bir ıssızlıkta bıraksam da, kurtulamadım o eski zaman şarkılarından. Çünkü bilirdim, aşk adına ne yaşadıysam, kederli çocukluğumdan akıp gelen o eski zaman şarkıları yüzünden yaşardım. Hep aslını özleten, çok uzakta yanan bir ateşin yüzümü dağlaması gibi, ulaşmak istedikçe elimden kaçan soluk bir yüz gibi yaşardım tüm aşklarımı. Her sabah uyandığımda, başımda bekleyen uşak ruhlu efendinin söylediklerine harfiyen uydukça, kurtarmaya çalıştığım hayatımı yitirirdim yavaş yavaş. Saçından sıcacık kanı akan sevdamı kötülüklerin içinde bir başına bıraktıkça, aşk yüzlü çocukluğumla arama, uçsuz bucaksız bir yalnızlık denizi girerdi… Şimdi artık istemiyorum bu dünyadaki kucaklaşmaları, istemiyorum beni kara bir boşluğa davet eden her günkü soluk hayatımı…
Benim için kavga veren, benim için kendini feda eden aşkıma, kederli çocukluğuma saplanan bıçaklar artık bana saplansın istiyorum…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.