1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. “Ben anarşist ruhlu bir kadınım”
“Ben anarşist ruhlu bir kadınım”

“Ben anarşist ruhlu bir kadınım”

Bu ay konuğumuz filmleri, projeleri ve Stefano D’Anna’nın “Tanrılar Okulu” kitabından ilham alan hayat felsefesiyle Serap Aksoy. Üstelik o “En büyük hayallerimden biri yol arkadaşım ve köpeğimle beraber teknede yaşamak,” diyen bir deniz tutkunu.

A+A-

Elif Mutlu / Vira Deniz Kültürü ve Haber-Yorum Dergisi

Yılmaz Güney tarafından keşfedilen ve Attila İlhan’ın arzusuyla oyunculuğa başlayan Serap Aksoy hafızamıza çok özel rollerle kazındı. Sinema kariyerindeki özenli seçimleri ise sanatçıya Eylül ayında bir “Onur Ödülü” getirdi. Yıllarca kültür sanat programı yaptığı için oyunculuğa bir süre ara veren Aksoy’u en son beyaz perdede cinsiyet ve erk kavramlarını sorgulayan “Kukuriku: Kadın Krallığı” adlı komediyle gördük.

“Kadınlık sorunlarını ele alan, kadın bakış açısına ve duyarlılığına sahip filmlerden etkileniyorum,” diyen sanatçının gerçekleştirmek istediği film projelerinden biri de yine müthiş bir kadınlık hikâyesi anlatıyor. Ünlü senarist Nuran Devres’in romanı “Meleki-i Tavus”un kahramanlarından birini canlandırmak isteyen Serap Aksoy kendini anarşist ruhlu bir kadın olarak tanımlıyor ve “Kadınların üstündeki bitmek tükenmek bilmeyen sınıfsal, ahlaksal, ideolojik baskılar daha çok tartışılmalı” diyor.

İzmir Enternasyonal Fuarı (İEF) etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen "Sinema Burada Festivali" tarafından "Onur Ödülü"ne layık görüldünüz. Öncelikle tebrik ederiz. Peki, bu ödül size neler hissettirdi?

Bu ödül bana, evrende hiçbir enerji sonuçsuz kalmıyor diye düşündürdü. Sadece alkışın hangi zaman diliminde ve nasıl geleceği belli değil. Ayrıca ödülün bir sinema festivalinden gelmesi de benim için önemliydi. Çünkü az sayıda ama nitelikli, Türk sineması klasikleri arasına girmiş filmlerde oynadım. Sanırım bunu değerlendirdiler.

“Yer Demir Gök Bakır”, “Piano Piano Bacaksız”, “C Blok”, “İki Kadın”… Hepsi gerçekten de Türk sinemasında yeri olan, çok önemli filmler. Bu filmleri nasıl seçtiniz?

Rejiden oyunculuğa, senaryodan sanat yönetmenliğine kadar sinema kolektif bir iş. Hep sonrasında ödül alan çok iyi ekiplerin içinde yer aldım. Kimini özellikle ben seçtim, kimi kendiliğinden geldi. Mesela “İki Kadın” filminin senaryosu beni çok heyecanlandırmıştı. Hatta yönetmenden rolü bizzat istedim. “C Blok” ise “İki Kadın” filminin başarısının getirdiği bir filmdi. Çünkü “İki Kadın” çok yankılanan bir film olmuştu. Şimdiye kadar 15 film çektim.

Peki, bu 15 filmin içinde sizi en çok etkileyen rol hangisiydi?  

Beni en çok “İki Kadın” ve “C Blok”taki kadın karakterler etkiledi. “İki Kadın” filminde bir politikacının eşini oynamıştım. Kocasının şemsiyesi altında yaşayan, hayata hep onun perspektifinden bakan bir kadındı. Ne zamanki kocası çapkınlık yaptı ve basına düştü, işte o zaman hem öteki kadınla, hem de kendisiyle hesaplaşmaya başladı. Bu ona kendi yanlışlarıyla ilgili bir farkındalık kazandırdı ve diğer kadınla aralarında müthiş bir dostluk oluştu. Aslında kadınlık sorunlarını ele alan, kadın bakış açısına ve kadın duyarlılığına sahip filmlerden etkileniyorum.

“İki Kadın” 1990’larda büyük çıkış yapan filmlerden biriydi. Sizce o yıllardan bu yana kadınlık sorunlarıyla ilgili bir mesafe aldık mı?

Aslında kadına şiddet şiddetini çoğaltarak devam ediyor. Ama artık kadınlar baskılara rağmen seslerini yükseltmeye başladılar. Bu da kamuoyunda bir farkındalık yaratılmasını sağladı. Özellikle kadın örgütleri, Ayşe Arman gibi gazeteciler, siyasetteki kadın temsilciler, yazıları ve çalışmalarıyla kadın meseleleriyle ilgili farkındalık yaratmak için çok önemli roller üstlendiler. Buna rağmen yasalar nezdinde değişen bir şey olduğunu zannetmiyorum. Ne yazık ki her şey çok daha da geriye gidiyor. Hala kadın öldüren, kadına şiddet gösteren insanlar adilane bir şekilde yargılanmıyorlar.

Eğer filme alınırsa, canlandırmayı düşündüğünüz karakter de yine kadın sorunlarını işaret ediyor sanırım…

Nuran Devres bu ülkenin en önemli senaristlerinden biri. Bir dönem çok güzel senaryolar yazdı. Onun “Melek-i Tavus” adlı kitabıyla karşılaştım. Romanda Yezidi bir kızın Amerika’ya uzanan müthiş öyküsü, bir kadınlık durumu anlatılıyordu. Kitabı okurken o kızın annesini, bir senaryo okuyormuşum gibi gözümde canlandırdım. Kitabı bir film olarak gördüm. Sonradan Nuran Devres’le konuştuğumda o da “Evet ben de onu bir sinema filmi olarak görüyorum,” dedi.

Böyle dönem dönem okuduğum bir kitaptan, bir karşılaşmadan veya bir makaleden zihnimde müthiş bir film senaryosu kuruyorum. Epeydir de bu kitaba odaklanmış durumdayım. Hatta Fatih Akın’ın asistanıyla ve yine Almanya’da yaşayan “Ansızın” filminin yönetmeni Aslı Özge’yle yazıştık. Dilerim hayata geçer. Çünkü kadınların üstündeki bitmek tükenmek bilmeyen sınıfsal, ahlaksal, ideolojik baskılar daha çok tartışılmalı ve bu baskılardan kurtulmaya çalışan, özgürlük peşinde koşan kadınlar öne çıkarılmalı.

Siz kendinizi nasıl bir kadın olarak tanımlıyorsunuz?

Ben küçük yaşlardan beri hep çok anarşist ruhlu, hep ne yapmak istiyorsa onun peşinden koşan bir kadın oldum. Balerin olmaya karar verdiğimde aileme başkaldırdım, Türkiye’yi terk edip Almanya’da okudum. Çünkü hep dansçı olmak istemiştim. Özgürlük duygum çok yüksek olduğu için uçmak duygusu beni çok cezbediyordu ve sahnede izlediğim dansçılar bana hep özgürlük duygusu veriyorlardı.

Her zaman içimden ne geldiyse onun peşine düşen mücadeleci biriydim. Aşırı duygusal ve kırılgan bir yapıya sahip olsam da çetin savaşların içinde yer almaktan çekinmedim. Sonra bir şekilde hiç aklımda yokken sinemaya çekiştirildim. Gündemimde yoktu ama Devlet Opera ve Balesi’nde dansçılık yaptığım yıllarda dramatik ağırlıklı rolleri seviyordum ve neredeyse bütün klasiklerde, opera, operet ve müzikallerde dans edip oynadım.

Sonra bir şekilde Yılmaz Güney tarafından sinemaya davet edildim ve bunun bir tesadüf olduğunu düşünmüyorum. Yine de kendisine sordum “Bir balerin neden oyuncu olmalı?” diye. Dedi ki, “Çok sinematografik bir yüzünüz var. Sizi bir reklam filminde izledim ve yüzünüzde müthiş duygu değişimleri gördüm ve çok iyi bir aktrist olabileceğinizi düşündüm, sizi denemek istiyorum”.

Sizi Yılmaz Güney keşfetti diyebilir miyiz?

Evet, beni yılmaz Güney keşfetti ama onunla film çekmemiz mümkün olmadı, çünkü o yıllarda Almanya’daki eğitimimin sonlarına gelmiştim. İkinci büyük keşif ise Attila İlhan’dan geldi. Onun bir senaryosu vardı: “Kartallar Yüksek Uçar”.  Attila Bey, yine yüzümdeki ifadelerden yola çıkarak oradaki bir kadın karakterin benimle çok örtüştüğünü düşünmüş. O rolü oynamamda çok ısrar etti. Dolayısıyla Attila İlhan’ın da hayatımda çok önemli bir yeri vardır. Onun arzusuyla oynadım. İlk büyük çıkışım da o rol oldu. Oyunculuğun tadına orada vardım ama sonrasında çok temkinli davrandım. Üstüne üstüne gitmedim, hep aranacak mıyım diye bekledim. Zaten çok fazla talep gelmeye başlamıştı. “İki Kadın” filmiyle hem Antalya Film Festivali’nden ödül aldım, hem de 94’te Türkiye’nin “En İyi Kadın Drama Sanatçısı” seçildim. Ayrıca Mısır’dan da uluslararası bir ödül geldi o filmle. “İki Kadın” kariyerimin zirvesi oldu diyebilirim. Sonra da hayatımın en önemli yılları televizyonculukla geçti. Televizyona “talk show”la başladım, sonra Türkiye’nin kayıp çocuklarını aradım ve yıllar süren, konseptini Okay Bayülgen’le birlikte hazırladığımız “Alkışlar” adlı bir kültür sanat programı yaptım. İşte o dönem oyunculuğu bir kenara koydum, çünkü bunun ülkemiz için çok önemli bir rol olduğunu düşündüm. Özel kanallarda kültür sanat programlarının eksikliğini hissetmiştim ve o boşluğu doldurmak istedim. Kendini 10 seneyi aşkın bir süre, bir kültür sanat programına adayan başka oyuncu daha olduğunu sanmıyorum. Burada mütevazılık yapmayacağım.

Teklif gelse yine bir kültür sanat programı yapar mısınız?

Her şeyin bir zamanlaması olduğunu düşünüyorum. Televizyon ekranlarının her yaşta erkeğe kredisi var ama kadınlara maalesef yok. Orada da hala büyük bir ayrımcılık var.

Öncelik sinemanın o zaman…

Oyunculuk konusunda çok açgözlüyüm ama Türk sinemasının durumu içler acısı. Ya bir takım star oyuncular için ticari yanı yüksek seyirlik filmler çekiliyor ya da sinemaya yeni başlayan çok genç yönetmenler vizyon görmeyen filmler çekiyorlar. Bu filmler de sadece festivallerde dolaşıyor. Haliyle TV yoluyla medyatik olup magazin tarafından gündemde tutulan oyuncuları tercih ediyorlar.

Casting yapılırken bu magazin figürleri mi seçiliyor?

Aslında “magazin figürü” biraz ağır bir tanımlama olur. Daha çok, “box office” olarak gündemde olan insanları, gerek dizilerde ve gerekse sinemada kullanmayı tercih ediyorlar diyebiliriz. Bugün oyuncuların üzerinde muazzam bir siyasi baskı var. Bense hayatımda hiçbir zaman magazinel olmadım, hatta kaçtım bundan. Kimileri “bu da oyunun bir parçası” diyebilir ama bana göre değil. Sonuçta belli bir CV’niz, yaptığınız işler ve ajandanız var. Dolayısıyla ben o matematiğin içinde yaşayamıyorum. Çünkü sistem dışı kalmamak bir matematik gerektiriyor.

Tabii ayrıca politik nedenler de var. Sosyal demokrat bir bakanla evliliğin ve 13 sene Rutkay Aziz gibi Atatürkçü ve ulusalcı bir insanla hayatı paylaşmış olmanın getirdiği maskeler var yüzüme yapıştırılan.

Bugün de birçok sanatçı için o politik baskılar devam ediyor. Daha yakında Tarık Akan’ın cenazesine bir takım genç oyuncular gelmedi diye kendi adıma tepki verdim. Sonradan çok ünlü bir köşe yazarıyla bunun üzerine konuştuğumuzda “Korkuyorlar şekerim, iş alamamaktan korkuyorlar” dedi. Bu örnek bile sanatçıların bağımsız olmadıklarını gösteriyor.

Kendini tanıyan bir insanın nerede duracağı konusunda bir kafa karışıklığı yaşayacağını sanmıyorum. Bildiğim kadarıyla siz de hayat felsefenizi kendini bilmek üzerine inşa eden birisiniz. “Tanrılar Okulu” eğitiminden geçmişsiniz ne de olsa…

Kendini tanımak için çok büyük bir emek sarf edilmesi gerekiyor. Oyunculuk ise insanın kendini tanıması için büyük bir araç. Ben oyunculuğa nasıl katkıda bulunabilirim diye kendimi çok fazla eğittim, ayrıca felsefeye de çok meraklıydım. Türkiye’nin en önemli psikiyatristlerinden Prof. Engin Gençtan’a 10 yıl sistemli bir şekilde danıştım. Bunu hayatı öğrenmek ve anlamakla ilgili büyük bir açgözlülükle yaptım. Bu arayışlarım sırasında İtalya’da yaşayan ekonomi profesörü Stefano D’Anna’nın üst düzey bir felsefe kitabı olan “Tanrılar Okulu”yla karşılaştım. O kitap bu zamana kadar okuyup anladıklarımın bir sentezi oldu. Kendisiyle de tanıştım, hatta “Kitabınızdan çok etkilendim, insanlara başka hediyeler vermektense kitabınızı hediye etmeyi istiyorum” dedim. “Sakın böyle bir şey yapmayın, onu okuyacak noktaya gelmiş insan zaten kitapla buluşur,” diye cevap verdi. En büyük dersi oydu aslında. “Tanrılar Okulu” hayatıma çok şey kattı. Hala başucu kitabım. Hayata hep o perspektiften bakıyorum. Yani her şeyi kendimizin oluşturduğunu ve en büyük evrimin kişisel evrim olduğunu düşünüyorum. Dışarıda ne bir suçlu, ne de bizi yargılayacak bir kimse var.

“Sen değişince, dünya değişir”…

Evet öyle diyor ama önce insanın egolarını törpülemesi gerekiyor. Bu da evrimleşme yolunda muazzam bir yolculuk demek. Bu yolculuğun içinde yer almak ve buna talip olmak ise büyük bir şans.

Siz denizi ve hayvanları da çok seviyorsunuz…

Çocukluğumdan beri denizi ve yüzmeyi çok seviyorum. Çünkü deniz bana müthiş bir özgürlük duygusu veriyor.  Yaşadığımız hayatta insanlar ruhsal enerjilerini dengelemekte zorlanıyorlar. Özellikle bizim gibi zor coğrafyalarda yaşıyorsanız. Kendimi dengelemek için yüzüyor ve nefes egzersizleri yapıyorum.  İnsanın içine dönüşü, özünün farkına varması için derin derin nefes alması, nefes almanın farkına varması çok önemli.

En büyük hayallerimden biri ise yol arkadaşım ve köpeğimle beraber bir teknede yaşamak. Çok lüks olması da gerekmiyor. İnsanın toprakta dikili bir mülkü olacağına, suyun üstünde yüzen bir evinin olması bence daha iyi. Hatta dünyayı terk ettiğimde toprakta değil, denizde kalmak istiyorum. Denizi o kadar çok seviyorum.

Köpeklerin yeri de sizde ayrı değil mi?

Köpek bana çıkarsız sevgiyi ifade ediyor. Onlarla inanılmaz bir ilişkim var. Çoğu zaman ifade etmekte zorlanıyorum ama köpeklere karşı hiçbir canlı varlığa duymadığım bir duygu seli içindeyim. Bir başka hayalim de 10- 15 köpekle bir çiftlikte yaşamak. Kitaplarım, filmlerim ve köpeklerimle yaşayacağım bir hayat ruhumu doldurmaya yeter. Çünkü git gide daha az insana gereksinim duyuyor ve daha az insanla konuşabiliyorum.

Buna rağmen gençlerle çalışıyorsunuz…

Son iki senedir üniversitelerde “Drama Yoluyla Hayata Dokunuş” diye bir ders veriyorum. Klasik Türk filmleri üzerinden hem sinemayı, hem de hayatı konuşuyoruz. Gençlerle çok dostça ve eşit bir ilişki kuruyorum. Hatta bu yüzden “hocalık” kavramını sorgulamaya başladılar.

Son olarak ne söylemek istersiniz?

Sinemayı sektör haline getirebilecek bir sermaye grubu çıkmadı henüz. Büyük sermaye grupları devlete ödedikleri verginin binde birini sinema sektörüne aktarsalardı eğer, ABD’de olduğu gibi burada da sinema büyük bir sanayi haline gelebilirdi. Bakalım sermaye grupları sinemanın gücünü ne zaman fark edecekler?

En son yapılan istatistiklerde Türkiye’de yaz aylarında dahi sinema seyircisinde artış var. Buna rağmen her şey hala kişisel çabalarla yürüyor. Çünkü en yüce değer çok para kazanmak. Maalesef bu şekilde insanlığın gelişimine katkı yapılamıyor. Aslında insanlığın açgözlülük ve sevgisizlik gibi iki temel problemi var. Bu ikisini çözebildiğimizde dünya daha dengeli, sakin ve barışçıl bir yer olacak.

Bu haber toplam 11728 defa okunmuştur
Etiketler :
Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.