1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Başka bir şehirde yaşamak aklımdan bile geçmiyor
Başka bir şehirde yaşamak aklımdan bile geçmiyor

Başka bir şehirde yaşamak aklımdan bile geçmiyor

Bu yıl 20. yaşını kutlayan “Kardeş Türküler” grubunun solistlerinden Feryal Öney, yoğun solo çalışmalarına rağmen bizi kırmadı ve hakkında merak ettiklerimize “sıcak, sımsıcak” cevaplar verdi.

A+A-

Bu yıl 20. yaşını kutlayan “Kardeş Türküler” grubunun solistlerinden Feryal Öney, yoğun solo çalışmalarına rağmen bizi kırmadı ve hakkında merak ettiklerimize “sıcak, sımsıcak” cevaplar verdi. Şarkı söyleme yeteneği daha ilkokul sıralarında keşfedilmiş Feryal Öney’in. Kendisini, “Aklı ermeye başladığı andan itibaren müzik dinlemeyi, şarkı söylemeyi çok sevmiş biri” olarak tanımlıyor. Anne ve babası da müziği çok seviyor, yine de şarkıcı olmaya karar verdiğinde tedirgin olmuşlar. “Bugün geçmişe baktığımda, şarkıcı olmak için epey inatçı davranmış olduğumu görüyorum. Ailemin tek istediği sakin, rahat bir yaşam sürmemdi. Ama kafaya takmıştım şarkıcı olmayı, oldum da. Ve asla pişman olmadım. Benden, başka bir şey de olmazdı sanırım” diyor. Üniversite için geldiği İstanbul’dan bir daha kopamayan Feryal Öney, “Başka bir şehirde yaşamak aklımdan bile geçmiyor” diyecek kadar tutkuyla seviyor İstanbul’u…

Öncelikle, Feryal Öney kimdir? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Müzik tutkusu aileden mi geliyor?

Aklı ermeye başladığı andan itibaren müzik dinlemeyi, şarkı söylemeyi çok sevmiş biri, diyebilirim kendim için. Bugün geçmişe baktığımda, şarkıcı olmak için epey inatçı davranmış olduğumu görüyorum. Ailemde herkes müzikseverdir; iyi dinleyicidir. Daha küçücük bir çocukken, elektriği olmayan bir köy lojmanında pilli pikabımızla dinlediğim(iz) 45’likleri hala hatırlarım. Akşamları ailece plak dinlemek ve birlikte söylemek büyük mutluluktu bizim için. Yemek yemek kadar doğal ve gerekliydi. Sonraki yıllarımı ve müzikle kurduğum ilişkiyi de belirlemiştir bu… Ailem, bir tek şarkıcı olmaya karar verdiğimde tedirgin oldu. Sebebi var elbet: Türkiye’de müzik yaparak yaşayabilmek pek de kolay değil. Maddi-manevi, ciddi fedakarlık ister. Sakin, rahat yaşamamdı tek istedikleri. Ama kafaya takmıştım şarkıcı olmayı, oldum da. Ve asla pişman olmadım. Benden, başka bir şey de olmazdı sanırım.

Kardeş Türküler nasıl doğdu ve bu günlere nasıl geldiniz?

1993 mezunuyum ben. Daha öğrenciyken tiyatrocusuyla, dansçısıyla, müzisyeniyle “Bu memlekette nasıl sanat yapılır?” sorusunun peşine düşen, düşünen ve sorgulayan bir topluluk oluşturduk. 1995’te de Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nu (BGST) kurduk. Sadece müzik değil, tiyatro, dans, yayıncılık alanlarında çalışan insanlardan oluşuyor BGST. Farklı disiplinlerin birbiriyle tartışabilmesi, iletişim halinde olması ve birbirinin literatürüne yaklaşıp ürünlerinden faydalanması aynı zaman da insanın vizyonunu da açıyor. Kardeş Türküler de sadece şarkı, türkü söyleme derdi yoktur; bir atmosfer yaratmak, söylenilen şarkının hikayesini seyirciye aktarabilmek ve tüm bunları diğer gösteri sanatlarıyla yapabilme derdi vardır. Bunların hepsini de üniversite yıllarında kazandık.

Kardeş Türküler bu yıl 20’nci yaşını kutluyor. Bu kadar kalabalık bir ekiple 20’nci yıla ulaşmak zor olsa gerek. Bunun sırrı nedir? Siz grupta kendinizi nerede görüyorsunuz?

Kemikleşmiş işlerin ve ilişkilerin olduğu bir “grup” olmaktansa “proje” olabilmeye gayret ettik. “Bu bir projedir” dediğinizde; insanlar, insanların eğilimleri, zaafları değil, işin kendisi, kültürel politik hedefleri önemli oluyor. Biri ayrıldığında elbette etkileniyor proje; fakat yeni gelenlerle de başka bir renge kavuşuyor. Böyle bakabildiğinizde rahatlıyorsunuz. İşlere, işbölümlerine, kişilerin projedeki konumlarına dışarıdan bakabilmeyi, eleştiri yapabilmeyi / eleştirilebilmeyi sağlıyor böyle bir yapı kurmak. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun dayanışmayı, yardımlaşmayı, eleştiri ve özeleştiriyi temel alan geleneği, Kardeş Türküler projesinin bugünlere gelebilmesini sağladı diyebilirim özetle.

Bu bakış sayesindedir ki, kendimi çok özel bir yerde görmüyorum. Piyasada genel bir algı vardır: solist ya da solistler konseri, albümü, grubu ya da projeyi götürür, diye. Bizim sahnemizde öyle değildir; perküsyon odağı da çok önemlidir, telli ya da renk sazları odağı da, vokal odağı da. Seyircimizin hoşuna giden de bu oldu; “ensemble” olma halimiz. Bazen çok iyi beceriyoruz “ensemble” olabilmeyi, bazen yitiriyoruz o duyguyu. Fakat o anları yakalayabildiğimizde, seyirciye de geçiyor aynı ruh hali. İşte o anlarda; ‘’iyi ki yapıyorum, yapıyoruz bu işi’’ diyorum.

Kardeş Türküler’in solistisiniz ayrıca solo çalışmalarınız da var. Bu ikisini bir arada götürmek zor olmuyor mu?

Solistlerinden biriyim, evet. Kardeş Türküler’deki diğer solistler gibi benim de derinleştiğim, biraz biraz uzmanlaştığım bir alan var: Türkmen, Alevi-Bektaşi müziği alanı. 2007’de hazırladığım ‘’Bulutlar Geçer’’ ve henüz piyasaya çıkmış olan, Cavit Murtezaoğlu’yla birlikte solistliğini yaptığım ‘’Tebriz’den Toros’a’’ da bu derinleşmenin, özel çalışmanın ürünleri…

Elbette ayrıca bu çalışmalara vakit ayırmak zor. Birkaç parçaya bölünmek zorunda kalıyorum ama yaptığım farklı projeler aynı zamanda Kardeş Türküler’i de besliyor, orada yaptığım solistliğin de çıtasını yükseltiyor. İçinde yer aldığım her çalışma bir şeyler katıyor, kendimle uğraşmamı, gelişmemi sağlıyor. O yüzden, memnunum böyle yaşamaktan.

Fransa’daki bir konserde sizi dinleyen Tülay German, göz yaşlarına hakim olamayarak kuliste ziyaretinize gelmiş ve size bir hediye vermiş. Bu olayın sizin için anlamını bizimle paylaşır mısınız?

Sadece Tülay German ve ben vardık o anda; nasıl duyuldu, hala merak ederim. Tülay German, 1997’de Kardeş Türküler’in ilk albümü çıktığında Adam Sanat Dergisi’ne albüm hakkında bir yazı yazmıştı, saklarız hala. Albümün kendisini heyecanlandırdığını, ümit verdiğini yazmıştı. Birkaç yıl sonra, bir Paris konseri öncesi, Hasan Saltık sayesinde Tülay German’a ulaştık. Sağolsun, çok ilgilendi, evinde ağırladı bizi; uzun uzun sohbet ettik. O sohbetler sırasında, sadece sesini değil, aynı zamanda giyim kuşamını da çok hoş, karizmatik bulduğumu söyledim. Özellikle o kocaman kolyeleri kendisine nasıl da yakıştırdığını. Akşam oldu; Tülay Hanım davetlimiz olarak salonda yerini aldı, biz de sahneye çıktık. Yıllarca onun sesinden dinlediğim Burçak Tarlası’nı söylerken heyecanlanmadım desem yalan olur. Konserden sonra kulise geldi bizleri kutlamak için. Ve bir ara, kimsenin görmediği bir anda çok güzel ve tabii ki büyük kolyelerinden birini boynuma takıverdi. Nasıl heyecanlandım, anlatamam. İşte öyle özel bir andı. Gözüm gibi saklıyorum o kolyeyi.

Sizin için, “en orijinal, en güzel ses renklerinden birine sahip yorumcu” deniliyor. Konserlerinizde dinleyicilerinizi ağlattığınız çok olmuş. Sizi en çok etkileyen, yorumlamaktan keyif aldığınız özel bir türkü var mı?

Sağ olsun söyleyenler. Elbette insan hayatı boyunca, sabah akşam duyduğu sesin ilginç olup olmadığını bilemiyor. Fakat, söylediğim bir türküyü ya da şarkıyı değiştirmeyi, kendimden bir şeyler katmayı, farklı yorumlamayı seviyorum. Benim için hikayesi çok önemli şarkının ya da türkünün. Onu dinleyicilere geçirmek, karşımdakini heyecanlandırmak, duygulandırmak ya da neşelendirmek için sözlerle, sözlerin vurgusuyla epey uğraşıyorum. Bu, kendi kendime keşfettiğim bir şey değil tabii; Kardeş Türküler geleneğinde olan, atmosfer ve episodlar yaratmaya dayalı bir düzenleme/icra anlayışı. Bize de BGST’li tiyatrocu ve dansçı arkadaşlarımızla birlikte çalıştığımız dönemlerde geçen bir çalışma tarzı.

Birçok türkü var söylediğimde beni heyecanlandıran, mutlu eden: “Çeşm-i Siyahım”, “Sarı Yazma Yakışmaz mı Güzele”, “Aynalı Körük”, “Bingöl”, “İp Attım Ucu Kaldı”. Hepsini sayacağım bıraksanız. Sevmeden söylenmez ki zaten.

Denizin müziğe de ilham verdiği söyleniyor. Denizin sizin üzerinizde böyle bir etkisi oldu mu hiç?

Daha ziyade, dinleyici olarak. Denizin, suyun insan ruhuna çok iyi geldiği kesin. Sadece denizi, sonsuz maviyi seyretmek bile yorgun ruhlara iyi gelir. Yoksa “deniz” üzerine o kadar şarkı, türkü niye yapılsın? Mesela, çocukken bayıla bayıla dinlediğim şarkılardan biri, “Deniz ve Mehtap” ne kadar güzeldir. “Deniz Üstü Köpürür”, memleket sevdasını, özlemini ne güzel anlatır. Karadeniz türküleri “insan-deniz” ilişkisini serer önümüze… Fuat Saka’nın müziğini dinlerken dalgaların sesini duyarsınız neredeyse, balıkçıları ve denizi görürsünüz.

Peki, Feryal Öney’in denizle arası nasıl? Mesela, yüzme, sörf, yelkencilik gibi deniz sporlarına ilginiz var mı? Deniz ürünleri sever misiniz?

İkinci sorunuzla başlayayım: Deniz ürünlerine bayılırım! Avrupa konserlerine gittiğimizde, deniz ürünlerinin olduğu restoranlarda yemek daha çok mutlu eder beni. Çorbanın, salatanın, makarna ya da pizzanın deniz ürünlü olanı varsa, dokunmayın keyfime.

Çocukluğum Konya Ereğli’sinde geçtiği için denizden çok, ağaç tepelerinde geçirdim yaz tatillerimi. O yüzden -mesela bisiklete binmeyi öğrenmek kadar- doğal olmadı yüzmeyi öğrenmem. Fakat yine de toplam bir ya da iki hafta süren tatillerimi deniz kenarında, güneşlenerek, yüzerek geçirmeyi seviyorum. Bu anlattıklarımdan sonra “sörf” olayına girmeyeyim isterseniz.

Tüm bunlara ek olarak, “bir deniz şehri” olan, yaşadığım şehir İstanbul’dan bahsedeyim: 25 yıldır İstanbul’dayım. Üniversite için geldim; geliş o geliş. Havasıyla, deniziyle, insan ruhuna benzer gelgitleriyle benim için o kadar özel bir şehir ki. Başka bir şehirde yaşamak aklımdan bile geçmiyor. Bahar ve yaz aylarında denize kıyısı olan semtlere gidip bir çay içmek, vapurla karşıya geçmek. Çok özel anlar benim için.

Geçmişte yaşadığınız ve sizi etkileyen denizle bağlantılı bir anınız var mı?

Bazı yazlarımızı Suadiye’de, anneannemlerin evinde geçirirdik. Dört katlı, meyve ağaçlarıyla dolu büyük bahçesi olan bir apartman. Ben ve ablam, o tatilleri de hep bahçede, meyve ağaçlarının tepesinde geçirirdik. Annemle dayımın en büyük zevkleri ise sandalla denize açılıp balık tutmaktı. Bir gün, yine ablam ve ben bahçedeyiz, annem ve dayım denizde. Saatler geçiyor, hava kararıyor, annemler yok ortalıkta. Belli etmemeye çalışıyor büyükler ama ortalıkta bir panik havası. Akşamın geç bir vakti geliyor bizimkiler, bet beniz atmış. Anlattıklarına göre; güzel güzel tutmuşlar balıkları ama deniz bir saatten sonra dalgalanmaya, bizimkileri karadan uzaklaştırmaya başlamış. Zor dönmüşler kıyıya. Tabii, balıkçı hikayelerindeki gibi büyük fırtınalardan, alaboradan falan bahsedemeyeceğim ama büyüklerin çok korktuğunu hatırlıyorum az çok. Ben (küçüktüm epey) pek etkilenmemiş olmalıyım ki, az sonra beni mutfakta buluyorlar: elimde bir çiğ balık, yarısı yok!

feryal-oney4.jpg

virahaber.com
 

Bu haber toplam 4870 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.