Balıkçılıktan Sorumlu Merkezi Otorite Ve Balıkçılık Sektörüne Açık Mektup
1 Eylül 2022 tarihinde 2022-2023 Balıkçılık Av Sezonu “Vira Bismillah” denilerek açılacak. Her zaman olduğu gibi balık hafızası ile balıkçılık camiasında olumlu söylemler gerçekleştirilecek ve tekneler 31 Ağustos'ta gece yarısını bulduğunda denize çıkış yapılacak. Genel şekliyle avcılığın ilk aylarındaki olumluluk yeni yılla beraber yerini yavaş yavaş yakınmalara bırakacak. Her yıl temcit pilavı gibi söylenen sözler yeniden devreye girecek ama buna rağmen yıllar yılı olduğu gibi sonuç değişmeyecek. Bu neden böyle oluyor sorusunun cevabını bulabilmek için yarım yüzyıl ötesine doğru bir yolculuk yapmak gerekecek.
Sucul canlı kaynakların işletilmesi deniz bilimi, deniz biyolojisi, balıkçılık biyolojisi, göl bilimi ve çevre biliminin ışığı altında yönetilmesini gerekli kılar. Çok ilginç bir şekilde ülkemizde Su Ürünleri Kanununun yürürlüğe girdiği 1971 yılında yetki kullanımı balıkçılık temel eğitimi görmeyenlerin güdümünde hayata geçirilmiştir. Kanun uygulayıcılarının niyeti ne kadar olumlu olursa olsun temel bilgi donanımsızlıkları nedeniyle teknik konularda başarılı olma şansları yoktu ve nitekim başarılı da olunamadı. İdari konularda ise ülkesel düzeyde sağlanan başarılar, ne yazık ki sucul kaynakların doğa kurallarına uygun işletilmesini sağlayamadı. Sucul canlı kaynakların verimli işletilmesi gerçekleştirilemediği için balıkçılık sektörünün bir bütün olarak da yıllar yılı kalkınması da gerçekleştirilemedi.
BÜYÜK ÖLÇEKLİ HATALAR ZİNCİRİ
Balıkçılıktan sorumlu merkezi otoritenin balıkçıları sürekli desteklemesi, modern balıkçılığa geçiş yapıyoruz uygulamaları sonucunda endüstriyel balıkçı filosunda bir patlama yaşanmıştır. Bu konuda ilk ciddi darboğazın 1984 yılında kendini göstermiş(1) olmasına karşın günümüze dek bu sorunun giderilememesi ve 38 yıldır bu keşmekeşin devam etmesi, balıkçılık biyolojisi kurallarının büyük ölçüde göz ardı edilmesinin acı sonucudur. Denizlerimizde stok araştırmaları yapmadan bilim dışı teşviklerle balıkçı tekne boyutlarının büyütülmesine, motor güçlerinin artırılmasına ve bunun yanı sıra son teknolojik cihazlarla donatılmasına olanak sağlamada sektör özendirilmiştir. Böylelikle ilkin av miktarlarında ciddi artışlar olmuş, akabinde ise av miktarlarında azalma eğilimine girilmiş, bunun sonucunda avcılık ekonomik olmaktan çok uzaklaşmıştır.
Günümüzde balıkçılıktan sorumlu merkezi otorite bünyesinde Su Ürünleri Mühendisi kadrolarının yoğunlaşması ve yönetimlerde etkin görev alma noktasına gelmeleri olumlu bir gelişmedir. Hal böyle olmakla beraber oluşturulan yeni kadrolarla bile balıkçılık sektörünü düzlüğe çıkarabilecek etkin ve somut önlemler üretilme konusunda ciddi sıkıntılar vardır. Sucul canlı kaynakların yönetimi konusunda söz sahibi olabilmenin değişmez kuralı balıkçılık biyolojisi konusunda tam donanımlı bilgiye ve deneyime sahip olmak, sorunlara bütünsellik açısından yaklaşım yapıp çözüm üretebilme yetisinin yanı sıra en önemlisi entelektüel yapıya da sahip olabilmektir.
Merkezi otorite bünyesindeki üst düzey bürokratlar devleti temsilen sucul canlı kaynakları bir bütün olarak gözetmek yükümlülüğündedirler. Nedeni ise hükümranlık alanımıza dâhil tüm denizlerimizde ve iç-sularımızdaki canlı-cansız tüm kaynakların sahibinin devlet olmasıdır. Bürokrasinin görevi ülkemizin hükümranlık alanındaki sucul canlı kaynakları en üst seviyede verimli olmasına zemin yaratmak ve kaynak işletiminin en iyi düzeyde olması için gerekli güdümlü araştırmaları yaparak veya yaptırarak hem hükümete hem de balıkçılık sektörüne güncel veri akışını sağlamayı gerçekleştirmektir. Bu çok sade uygulama kaynağın verimliliğini her yıl kendini yenileme özelliğinden dolayı sınırsız kılar. Kaynağı işletme hakkı verilen balıkçıyı da yönetecek ve doğa ile barışık sistemi oluşturacak merci ise balıkçılığın ilgi alanına dâhil bilim dallarına egemen olan merkezi otorite bünyesindeki bürokratlardır. Günümüze kadar merkezi otorite bünyesinde bu sistem sağlıklı olarak işlemedi, aynı zamanda siyasi etkilemelerle de işletilemedi. Sonuçta av dönemleri kısaldı, balıklarda ortalama boylar taban, ekonomik açıdan oluşan kayıplar ise tavan yaptı. En akıl almaz tarafı ise balıkçılığımızda endüstriyel balıkçı filosu hesapsız kitapsız büyüdü. Ardından balıkçı filosu artan parasal giderlerini karşılamak için vahşi avcılığa yöneldi. Ne yazık ki balıkçılık sektörünün anlamazdan geldiği husus şayet kaynaklar biyolojik açıdan çökmüş ise sosyal sıkıntıların hiç bir anlamının bulunmadığı gerçeğidir. Çünkü öncelik daima doğanındır. Doğal kaynağın yok edildiği bir ortamda maliyetin yüksekliğinden ve sosyal sorunlardan dem vurulmasının ise hiç bir geçerliliği bulunmamaktadır.
GÖZ ARDI EDİLEN HUSUS: BALIKÇILIĞIN BÜYÜK YASASI
Türkiye’de sucul canlı kaynaklar aşırı avcılıktan fazlasıyla nasibini almıştır ve almaya da devam etmektedir. Balıkçı filosu halen aşırı kapasite düzeyindedir. Buna paralel olarak kaynaklar da aşırı sömürülmüştür. Kısaca “Balıkçılığın Büyük Yasası – Graham’s Great Law of Fishing” işletilmemiştir. Bunun sonucu olarak ülkemizde sınırlanmayan balıkçılık nedeniyle avcılık ekonomik olmaktan çok uzaklaşmıştır. Endüstriyel balıkçı kesiminin bu yasayı(2) ilke olarak benimsememesi kazançsız avcılığın getirdiği ticari ve sosyal sıkıntıları da yoğunlaştırmıştır.
Türkiye balıkçılığının iyi yönetilemediği en sade şekliyle balıkçı tezgâhlarındaki görüntü ve onun nedeninin analizinde yattığıdır. Balıkçı tezgâhlarında satışa sunulan balıkların neredeyse ¾’ünün rahatlıkla eşeysel olgunluğa gelmemiş, diğer ifade ile kendinden döl vermemiş balıklar olduğudur. Burada kritik bir noktaya değinmekte yarar var. Balıklar eşeysel aktivitelerinin olduğu yılın belli döneminde uygun koşullarda üremelerini dış döllenme ile gerçekleştirirler. Döllenen yumurta kuluçka süresi sonunda larva aşamasından sonra yavru balık konumuna geçer. Yavru balıkların en belirgin özelliği ise eşeysel olgunluk dönemine varmadan önce almış oldukları gıdayı süratle ete dönüştürebilmeleridir. Haliyle gelişmeleri de hızlı olmaktadır. Bu hızlı gelişme eşeysel olgunluk dönemine kadar devam eder. Eşeysel olgunluğa erişen balığın aldığı gıda bu kere ağırlıklı olarak eşeysel üremeye yönlendiği için büyüme temposu da yavaşlar. Bu nedenle en az bir kez döl veren balıkların avlanılması bir prensiptir. O zaman hem büyümeden gelen ağırlık artışı hem de balığın neslini tehlikeye düşürmeden balıkçılık gerçekleştirilecektir.
Bir diğer anlatımla balık stoklarının, avcılık veya doğal nedenlerle eksilen kitlelerini karşılamak üzere belirli bir yenilenme süresine gereksinmeleri vardır. Stokların kendilerini yenileyebilmesi için gerekli olan ise yeteri miktarda ergin balığa sahip olmak ve küçük balıkların büyümelerine ve üremelerine izin vermektir(3). Bu ilkeyi benimseyen AB’nin Ortak Balıkçılık Politikasının tamamen tersine bir uygulama ne yazık ki ülkemizde gerçekleştirilmekte ve vahşi avcılık sürdürülmektedir.
Balıkçılık kaynaklarının yönetiminde atılacak her adım bilimsel oluşumlara dayanmalı ve balıkçının da karşıt-bilim (antiscience) tutumu bir daha telaffuz edilmemek üzere çöpe atılmalıdır. Endüstriyel balıkçıların avladıkları defneyaprağı veya çinakopun lüferin yavrusu değil, ayrı bir tür olup boyları da bu kadar olmaktadır dayatmaları hafızalarda tazeliğini korumaktadır.
KRİZ MASASINI OLUŞTURUN VE ÖNLEMLERİ HAYATA GEÇİRİNİZ
Türkiye Balıkçılığını kurtarmanın tek yolu vardır. O da bilimin ve bilimsel araştırmaların rehber edinilmesidir. Bu işin başka çıkar yolu yoktur. Bu nedenle balıkçılığımızdaki tüm olumsuzlukların giderilmesi ve sorunların en az zararla atlatılmasını sağlamak amacıyla merkezi otorite bünyesinde işinin ehli uzmanlar düzeyinde bir kriz masası ile kriz yönetiminin oluşturulması günümüzde zorunlu hale gelmiştir.
Yapılması gereken ilk icraata gelince; uzmanlar kurulunca şimdiye kadar ülkemizde yapılan ve yapılagelmekte olan araştırmalar çerçevesinde ± kabul edilebilir bir hata payı ile gerek demersal gerekse pelajik kaynakların stok konumlarına açıklık getirilmelidir. Belirlenen balık stokunun 1/3’ünün avlanabilir olmasına, 2/3’ünün ise denizde yaşamını sürdürmesine olanak sağlanmalıdır. Bu stokların korunarak sürdürülebilirliği açısından olmazsa olmaz bir kural olarak benimsenmelidir. Ayrıca Türkiye denizlerinde hem demersal hem de pelajik balıkların güdümlü araştırmalarla devamlı izlenmesi programa bağlanmalıdır. Toparlamak gerekirse merkezi otorite tarafından Türkiye’nin sahip olduğu denizlerindeki sucul kaynakların konumu mutlaka rakamsal olarak ortaya konulmalı kaynakların işletiminde atılacak olası tüm adımlar rastgele değil, bilimsel olmalıdır.
İkinci aşamada yapılacak iş, mevcut stok durumuna göre balıkçı filosunun ne olması gerektiğinin yine rakamsal olarak ortaya konulmasıdır. Bu çerçevede avcılığın (işletimin) ekonomik olmasını sağlamak açısından filonun en uygun düzeye çekilmesi için olması gereken rakamlar net olarak belirlenmelidir. Gırgır ve trol tekne sayıları teknik özellikleri (spesifikasyonları) çerçevesinde netleştirilmelidir. Filo fazlalığı tekne sahiplerinin gönüllü isteğinden çok hem AB’nin hem de resmi otoritenin belirleyeceği kurallar çerçevesinde giderilmeli ve tazminatları ödenmelidir. Bu konuda önerilebilecek bir husus da av gücü fazlalığı yaratan özellikle büyük ölçekli gırgır teknelerinin yurt dışındaki sahalara yönlendirilmesidir. Sistem oluşturulduktan sonra yurt dışındaki teknelerin tekrardan sularımızda avcılık yapamayacakları da hükme bağlanmalıdır.
Üçüncü aşamada ise ilk iki aşamada oluşturulan yapının olumluluğunu pekiştirmek için mutlaka kota sistemine geçiş esas olmalıdır. Böylelikle resmi otorite tarafından belirli bir sürede alınmasına izin verilen av miktarı ortaya konulmalı ve filonun av durumu da belirlenen ölçütler çerçevesinde kontrol altında tutulmalıdır.
Dördüncü olarak çözümlenmesi gereken husus av sezonu takvimine yapılması gereken müdahaledir. Konunun en can alıcı önerisi bu maddedir. Türkiye'nin geçmişte av filosundan büyük ölçüde yoksun olduğu yıllarda av sezonunun 1 Eylül tarihi itibariyle açılmasının herhangi bir olumsuz yönü yoktu. Ne var ki 1980'li yıllardan itibaren balıkçı filosundaki modernizasyon ve sayısal artış av sezonunun açılış tarihine de zaman içerisinde olumsuz etkiler yapmaya başlamıştır. Bu nedenle av sezonunun klasik uygulama tarihinin zaman açısından ve balıkçılık sektörünün de kalkınmasına set vurmamasını temin için ötelenmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu konu ilk kez değerli meslektaşım Ömer Faruk Kara tarafından dile getirildi. Kendisi bununla ilgili makalesini 21 Temmuz 2020 tarihinde https://denizkartali.com da yayınladı(4). Makalenin başlığı ise “Balıkçılığımıza iki can yeleği; kota sistemi ve yeni av takvimi” idi. Ne var ki makale Covid 19’un gölgesinde kaldığı için fark edilmedi bile. Oysa makalenin içeriği çöken balıkçılığımızın yeniden gün ışığına çıkarılabilmesi için çok sade, bir o kadar da önemli noktalarına detaylı bilgilendirmelerle açıklık kazandırıyordu. Makalede değinilen en önemli nokta 1 Eylül-15 Nisan arasını kapsayan av takviminin neden değiştirilmesi gerekliliği idi. Bu görüşün ülkemizde ilk kez telaffuz edilmesi önemli ve endüstriyel balıkçıları ise kısa vade de hoşnutsuz kılacak, buna karşın orta vadede ise düzlüğe çıkartacak bir öneri olduğudur. Nasıl mı konuyu salt lüfer üzerinden iz sürerek açıklık getirelim.
2004-2006 yıllarını kapsayan 36/1 numaralı denizlerde ve iç-sularda ticari amaçlı su ürünleri avcılığını düzenleyen sirkülerde çinakop için avlanabilir asgari boy 14 cm olarak belirlenmiştir. 3/1 numaralı ticari amaçlı su ürünleri avcılığını düzenleyen tebliğde (2012-2016 av sezonu için) lüfer balığının asgari avlanabilir boyu 20 cm iken 4/1 numaralı tebliğde 18 cm’ye düşürülmüştür. Göktürk ve arkadaşları (2017) tarafından “Balıkçılıkta yasak av boyu problemi: İstanbul’da satışa sunulan balıkların uygunluğunun incelenmesi” gerçekleştirilmiştir(5). Elde edilen sonuç avcılıklarda bilim dışılığın egemen olduğudur. Nitekim araştırıcılarca Aralık ayında alınan örneklerde % 88,88; Şubat ayında alınan örneklerde ise % 94,44’ünün (3/1 numaralı tebliğe göre) asgari avlanabilir boyun altında satıldığını belirtmişlerdir. Bu durum merkezi yönetim açısından bir skandaldır ve Bakanlıkta karar vericilerin donanımsızlıklarının yanı sıra endüstriyel balıkçılara da teslimiyetçiliklerinin de göstergesidir. Tebliğlerde öngörülen ve bilimsel olmayan asgari boy ölçümüne bile uyulmaması vahşetten de öte bir durumdur.
Kara’ya göre “Çöken stokların kendini yenileyebilmesi, yumurtadan çıkan türün avlanabilir ağırlık ve boya erişebilmesi için belirli bir zaman sürecine gereksinimi vardır. Bu büyüme süreci, her balık türünün biyolojik büyüme hızıyla ilgili olup, farklı zaman dilimlerinde gerçekleşir. Örneğin; Karadeniz hamsisi mayıs-ağustos ayları arasında yumurtlar. Yumurtadan çıkan yavrular, 9 aylıkken 5-6 cm boyda olurlar. 1 yaşına geldiğinde ise yumurta döker(6). 1+ yaşında iken sahip olduğu boy 7-8 cm kadardır. 2 yaşında ise 11-12.5 cm boya erişir. Bu örnekler; kıraça istavrit, sardalye, kolyoz-uskumru, lüfer (defneyaprağı, çinakop), palamut vonozu vb. balıklar için de çoğaltılabilir. Yumurtadan çıkan genç bireyler, 1 Eylülde başlayan avlanma sezonunda kazandıkları boylar; kıraça istavrit için 6-7 cm, kolyoz-uskumru vonozları 7-9 cm, çinakop 11-12 cm, palamut vonozu ise 13-14 cm’dir(4).”
Eylül ayında ekonomik değeri olan yeni nesil balıkların hiç biri eşeysel olgunlukta değildir. Boy ve buna bağlı olarak ağırlık açısından da ekonomik ederleri de normal ederlerinin altındadır. Bu durum işletmecilik açısından da olumsuzluk yaratan bir durumdur. Bu olumsuzluğu gidermenin yolu yavru balıklara 2-2,5 ay daha büyüme ve buna bağlı olarak ağırlık kazanmalarına olanak sağlamak olmalıdır. Bunun için sezonun açılışının 1 Eylül olarak değil en erken 1 Kasım, en geç 15 Kasım olarak benimsenmesidir. Bu da mevcut stokun yenilenmesinde ve av baskısının da azalmasında yarar sağlayacaktır. Av sezonu da 31 Mart tarihi itibariyle sonlandırılmalıdır.
Trol tekneleri için 1 Kasım-15 Nisan arası avcılık yapmaları benimsenebilir. Çünkü trol avcılığında 1970’li yıllardan beri önü alınamayan bir aşırı avcılık vardır ve hektar başına düşen av verimlilikleri çok azalmıştır. Geleneksel balıkçılıkta ise çoğu balığın yumurta döktüğü zaman dilimi esas alınarak 2 aylık bir sınırlamadan söz edilebilir.
Çözüm bulması gereken beşinci soruna gelince; Çanakkale ve İstanbul boğazları Atlantik orijinli balıkların beslenmek ve üremek için geçmek zorunda kaldığı dar su geçitleridir. Dolayısıyla bu balık stoklarının korunarak sürdürülebilirliğini sağlamak için onların anavaşya ve katavasya göçlerinin önlerinin kesilmemesi gerekir. Boğazlar tam anlamıyla bir biyolojik koridordur. Haliyle balıkçılığa hassas kuşaktırlar ve kesinlikle ticari avcılığa kapalı olması gereken alanlardır. Günümüzde gırgır teknelerinin Boğaziçi’nde lüfer ile ilgili uygulamaları bir avcılık değil, topyekûn bir imha eylemidir ki bunun adı da balıkçılık değildir. Boğazlarımızda yapılan ticari avcılık bilgisizlik, açgözlülük, kurnazlık ve doğaya karşı yapılan saygısızlığın yanı sıra Türkiye balıkçılığının da geleceğini çalmaktır. Özellikle Boğaziçi’nde Tarabya ve Beykoz önlerinde yapılan katliamın durdurulmaması genç (juvenil) konumundaki defneyaprağı ve çinakopların katledilmesi akıl tutulmasından ve görgüsüzlükten başka bir şey değildir. Türkiye balıkçılığı benden sonra tufan diyenlerin kurbanı olmamalıdır(7).
Rayına oturtulması gereken altıncı konu ise akvakültür konusudur. Türkiye geçmişte bilgi donanımsızlığı ve deniz balıkları kuluçkahanelerine sahip olamamanın verdiği dezavantajla işin kolayına kaçmış ve doğadan yavru balık toplayarak besicilik uygulamasına yönelmiştir. Bilahare ülkesel çapta bir dizi hatalarla akvakültür konusuna yoğun giriş yapılmasına karşın özellikle 1990’lı yıllarla beraber ülke çapında olumlu gelişmelere yönlenmiştir. Günümüzdeyse avcılık yoluyla elde edilen miktarla başa baş giden bir seviyeye yükselmiştir. Modern akvakültürde üretimin ağırlığını kuluçkahaneler oluşturur. Akvakültür uygulamalarında esas sorun balık yemine duyulan gereksinimin yarattığı tablodur. Balık yeminin ham maddesini küçük pelajik balıklar oluşturur. Bu nedenle dünya denizlerinde balık unu fabrikalarının gereksinimini karşılamak üzere balıkçılık filoları aşırı avcılıkla av baskısını yoğunlaştırmaktadır. Denizlerdeki balığı yem sanayiine işleyerek, tükettiği balığı 1/3 oranında onu kültür balığı olarak geri kazanmak uzun vadede akılcı bir tutum değildir. Bu nedenle konuyu hem ülkesel hem de küresel ölçekte değerlendirmek gerekmektedir. Akvakültür sektörü üretim açısından yine balığa ve ondan üretilecek balık ununa bağımlıdır. Türkiye’nin kendi denizlerinden elde ettiği hamsi, çaça ve sardalye gibi küçük pelajik balıklarının miktarı bellidir. İnsan gıdası olmanın dışında balık unu haline gelmesi gereken miktarı da hesaplamak olasıdır. Bu çerçevede Türkiye’nin akvakültür yoluyla üretebileceği balık da ona göre sınırlı kalma durumundadır. Oysa durum tam tersine akvakültür üretim rakamları pik yapmış ve 2018 yılı itibariyle de 314 bin tona ulaşmış ve hatta avcılık rakamlarını da aşmış durumdadır(8). Bu durum yem konusunda dışa bağımlı olunarak gelinen noktadır. Nitekim Türkiye’nin 2018 yılında yurt dışına 6.030 ton balık unu satımına karşın 132.763 ton dış alımı gerçekleştirmesi dikkat çekicidir (9) .
Balıkçılık ile ilgili en belirgin olumsuzluk ise 20. yüzyılın ortalarında yeryüzünde var olan balık stoklarının günümüzde %20’lere kadar gerilediği ve okyanuslarda balık stoklarının sürdürülebilirlik sınırının 2.5 katı üstünde avlanıldığıdır. Konunun bir diğer dramatik yanı ise küresel anlamda balıkçıların kontrol altına alınamadığıdır. FAO, dünyadaki balıkçıların yaklaşık %70’inin stoklara zarar verici biçimde avlandığını belirtiyor. Pek çok balıkçı kotaların üstüne çıkıyor, kaçak avlanıyor ya da kurallara uygun bile olsa teknolojiden yararlanarak sürekli daha çok balık avlamanın yollarını arıyor(10). Tüm bu uygulamalar her geçen zaman dilimi itibariyle balıkçılık kaynaklarının çöküşünü hızlandırıyor. Böylesine kaygan bir ortamda küresel olarak balık unu imal eden fabrikaların verimli işleyebilmeleri için gerekli koşullar yok demektir.
Yem konusunda balıktan un elde etmenin dışında yeni alternatif durumlar ortaya çıkmadığı müddetçe akvakültür yatırımlarını elde edilen balık unu ile bağdaştırarak sınırlamak bir zorunluluktur. Türkiye akvakültür konusunda balık ununu temin açısından kendi başına olduğu zaman ne kadar, dışa bağımlı olduğu takdirde, koşulların olumluluğu veya olumsuzluğu halinde ne kadar akvakültür üretimi yapabilir sorusunun cevabını verebilmelidir. Bu nedenle akvakültür yatırımlarının artık desteklenmesi değil, sınırlandırılması, kontrollü, güvenilir bir seviyede kalmalarını sağlamak ilke olarak benimsenmeli ve bununla ilgili tüm olası rakamlar da ortaya konulmalıdır.
SONUÇ
Balıkçılıktan sorumlu merkezi otorite ve balıkçılık sektörü için yazılan bu açık mektup taraflarca dikkate almalıdır. Mektubun içeriğinde yer alan hususları da bir takvime bağlayarak hayata geçirmelidir. Yıllardır balıkçılık sektörünün ağlak hali bir şeylerin yolunda gitmediğinin göstergesi değil midir? Sürekli aynı hataların tekrarlanmasıyla doğru elde edilemez. O halde ne bekliyorsunuz. Zararın neresinden dönülse kârdır.
YAZINSAL KAYNAKLAR
- Bilecik, N. 1985. Marmara Denizi’ndeki Balık Av Miktarlarında Azalma Nedenleri. İstanbul Tarım İl Müdürlüğü Raporu. 72 s.
- Bingel, F. 2016. www.ims.metu.edu.tr/DenizSözlük.html.
- Çelikkale, S. M. & Düzgüneş, E. & Okumuş, İ. 1999. Türkiye Su Ürünleri Sektörü ve Avrupa Birliği ile Entegrasyonu. İstanbul Ticaret Odası. Yayın No 1993-63. 533 s. İstanbul.
- Kara, F. 2020. Balıkçılığımıza iki can yeleği : kota sistemi ve yeni av takvimi. https://denizkartali.com 10 s. 21 Temmuz 2020.
- Göktürk, D. & Deniz, T. & Yılmaz, S. & Sacıhan, S. D. 2017. Balıkçılıkta yasak av boyu problemi: İstanbul’da satışa sunulan balıkların uygunluğunun incelenmesi. Ecological Life Sciences (NWSAELS), 12 (1), 1-15.
- Lisevenko, L. A. & Andrianov, D. P. (1996). Reproductive biology of anchovy (Engraulis encrasicolus ponticus Alexandrov 1927) in the Black Sea. Sci. Mar. 60 (supl.2) 209-218.
- Bilecik, N. 2021. Balıkçılığımızda radikal önlemler süreci başlatılmalıdır. Deniz Mecmuası. Sayı 20, s. 59-63. Pankuş Yayınları.
- Tarım ve Orman Bakanlığı 2020. Su Ürünleri İstatistikleri. Ankara.
- TAGEM 2019. Su Ürünleri Sektör Politika Belgesi. 2019-2023. 132 s. Ankara
- http://Mehmetpolat148.blogspot.com.tr/201209/turkiye-ve-dunyada-balikciligin-durumu.html